Chapter 63: Pink Haired Rabbit
Güneyin cömert güneşi altında, sarayın etrafındaki bahçelerde uçuşan kuşların neşeli sesleri sabahın ilk saatlerinden itibaren şehrin canlılığını yansıtmaya başlıyordu. Avluya açılan geniş kemerlerden, Conrack Krallığı'nın her tarafından getirilen endemik çiçeklerin kokusu yükseliyor; serin havuzların yüzeyinde hafif bir su buharı dalgalanıyordu. Taş yolun parlak zeminine vuran güneş ışınları göz alıcı bir pırıltı oluşturuyor, bahçelerde dolaşan hizmetkârlar ise bu aydınlık manzaranın içinde kendi telaşlı ritimleriyle hareket ediyorlardı. Sarayın ağır demir kapılarından içeri girildiğinde, ortadaki geniş mermer havuzun etrafında koşturan küçük çocukların cıvıltısı ve devriye gezen muhafızların düzenli adımları duyuluyor; tüm bu seslere, Conrack'ın ihtişamını teyit edercesine yükselen sütunlar arasındaki ılık rüzgârın fısıltısı eşlik ediyordu.
Bahçeler geride bırakılıp saray koridorlarına geçildiğinde, atmosfer bir anda daha durağan ve resmî bir havaya bürünüyordu. Duvarlardaki kraliyet arması işlemeli bayraklar, sarı pullu taşlarla inşa edilmiş duvarların renkleriyle uyum içinde parıldıyor, zemin boyunca ustalıkla döşenmiş parlak taşlar ise her adımda hafif bir yankı yapıyordu. Kimi bölümlerde duran heykellerin gölgesine çekilmiş muhafızlar, miğferleri ve kılıç kabzalarıyla güneşi yansıtarak, gelen geçene disiplinli ve saygılı bakışlar atıyorlardı.
Sarayın kalbinde yer alan büyük salona doğru yaklaşıldıkça, duvarları süsleyen kabartmalar Conrack Krallığı'nın eski zaferlerini ve kadim efsanelerini görkemli bir biçimde sergiliyordu. Salonun tam ortasındaki yükseltilmiş platformda, Kral Minho'nun altın ve taş işlemeli tahtı bulunuyordu. Tahtın hemen gerisinde ise Kraliçe Celenia'ya ayrılmış, daha zarif ama aynı ölçüde dikkat çekici bir koltuk göze çarpıyordu. Kral Minho, geniş omuzlarına düşen koyu renkli bir pelerinle tahtına yaslanmış, yüzünde hafif bir memnuniyetsizlik ve alaycı bir gülümsemeyle etrafını izliyordu. Elinde tuttuğu ince asa, gücünün ve otoritesinin sembolü gibiydi; altın işlemeli giysisindeki aslan motifleri ise krallığının kudretini temsil ediyordu.
Kraliçe Celenia yanında oturuyor, açık renkli, uzun etekli ve çiçek motifleriyle bezenmiş bir elbiseyle zarafetini ön plana çıkarıyordu. Her ne kadar sakin bir duruş sergilese de yüzünde belli belirsiz bir gerginlik ifadesi seziliyordu. Bu sabah, sarayın büyük salonunda tüm görevliler ve kâtipler, krallığın dört bir yanından gelen raporları ve gündelik meseleleri sırasıyla Kral ve Kraliçe'ye aktarmak üzere hazır bulunuyordu.
Tam bu sırada, salonun kapıları ağır bir gıcırtıyla açıldı ve içeri giren muhafız, yanındaki haberciye geçmesi için yol verdi. Yol yorgunluğu her hâlinden belli olan haberci, tozlu cübbesi ve terli alnıyla Kral Minho'nun huzuruna kadar ilerledi. Derin bir nefes aldıktan sonra başını saygıyla eğerek konuşmaya başladı:
"Majesteleri, kuzeyden haber var," dedi titrek bir sesle. Kral Minho habercinin devam etmesini bekler gibi başını hafifçe kaldırdı. "Arashi Krallığı'nın uzak kuzey köylerinden birine, buz ejderhası saldırmış. Köy bütünüyle buzlarla kaplanmış ve enkaza dönmüş. Söylentilere göre, köylülerin çaresiz çığlıklarına karşılık vermek amacıyla, başlarında Arthur isimli cesur bir savaşçının bulunduğu bir grup ejderhayı öldürmek için yola çıkmış."
Habercinin sözleri salonu doldurur doldurmaz, Kral Minho'nun yüzündeki ifade iyice sertleşti. Kaşları öfkeden çatılmış, tahtın kollarını sıkıca kavramıştı. Arashi Krallığı'na duyduğu küçümseme ve nefret, alaycı bir tını olarak sesine yansıyordu. Gülümser gibi yaptığı bir yüz ifadesiyle, "Sonunda o dağlık diyarlar da hak ettikleri bir felakete bulaşmış anlaşılan," diye mırıldandı. Sesi salonda yankılanırken, Kraliçe Celenia durumu yumuşatmak istercesine hafifçe kımıldandı, ancak Kral Minho'nun öfkeli tavrı ortadaydı.
"Uzak köyleriymiş, ha!" diye devam etti Kral, gözlerinde alaycı bir parıltı. "Kim bilir hangi hainliklerine karşı bu cezayı hak ettiler! Dilerim daha büyük dertler de bulsun onları."
Kraliçe Celenia, Kral'ın sert sözlerinden rahatsız olsa da doğrudan karşı çıkmamaya gayret ediyordu. Habercinin solgun yüzüne, Kral'ın öfkesi ve küçümsemesi açıkça yansımıştı. Salondaki diğer görevliler ve danışmanlar da derin bir sessizliğe gömüldü. Kral Minho'nun bu öfkeli tepkisi, sarayın görkemli salonunda soğuk bir hava estirirken, Kraliçe Celenia dikkatini yeniden önündeki kayıtlarına vermeye çalıştı. Sarayda huzursuz bir sabah daha başlamıştı.
Kral Minho, tahtının sağ yanına tutunarak yavaşça kalkar gibi yaptı, sonra habercinin ürkek bakışlarını fark edince elinin hafif bir hareketiyle onu işaret ederek çıkmasını emretti. Muhafız, Kral'ın bu buyruğunu bekliyormuşçasına hızla habercinin koluna yapıştı ve onu salonun dışına doğru sürüklerken kapıların yeniden kapanmasıyla içerideki tedirgin hava bir anlığına hafifledi. Salondaki kâtipler ve danışmanlar, kralın öfkesinin yatışmasını bekler gibi sessizce duruyordu.
Minho, tahtına yeniden yerleştiğinde, derin bir nefes alıp elindeki asayı iki eliyle kavrayarak önüne doğru eğildi. "Şu Arashi'den artık ne zaman kurtulacağız?" diye homurdandı. "Kötü haberleri gelmiyorsa da, bize faydaları yok." Yanında oturan Kraliçe Celenia, kocasının bu hiddetli halini alışıldık bir duygu durumu olarak görüyor olsa da, yine de yüzünde endişeli bir ifade belirdi. Zira krallığın başka meseleleri de birikmiş, çözüm bekliyordu. Dışarıda uzun süredir dönmeyen av ekibi arasında bulunan Zandar Conrack, kralın meşru oğlu, henüz saraya ulaşmamıştı. Kral bir an, av partisinin geç kalmasıyla ilgili kaygısını dile getirecekmiş gibi sesini yumuşattı, fakat sonra dikkati dağıldı ve derin bir iç geçirdi.
Salondaki görevlilerden biri, krallığın doğusuna giden kervan yollarındaki güvenlik raporlarını anlatmak için söze girince Kral Minho'nun bakışları kısa süreliğine o yöne çevrildi. Doğudan gelen ticaret yollarında ufak tefek çete saldırıları olduğuna dair söylentiler vardı. Kral, raporları dinlerken elini hafifçe sallayarak, "Güvenlik kulelerini güçlendirin, gerekli asker takviyelerini yapın," diyerek konuyu kapatmaya meyletti. Ardından, batı tarafındaki Kum Dağları'nda başlayan yeni bir maden arayışıyla ilgili başka bir danışman söz aldı. Kral, kısaca göz gezdirdikten sonra, "İşin ehline bırakın. Getirecekleri cevher belli olsun, ben de bakayım. Gerekirse vergileri ayarlarız," diyerek o meseleyi de bir kenara koydu.
Bu kısa değerlendirmelerden sonra Minho, sanki beklediği asıl konuya gelmek için fırsat arıyormuş gibi başını Kraliçe Celenia'ya çevirdi. Konuşmadan önce sesini biraz alçalttı: "Zandar neden hâlâ dönmedi sence? Av partisinin bu kadar uzaması hiç normal değil. Çocuk yine gereksiz bir maceraya mı kalkıştı dersin?" Kraliçe Celenia, oğullarını hatırlayınca bir nebze olsun rahatlayarak gülümsedi, ama gülümsemesi hafif ve endişeli bir bakışla gölgelendi. "Sen de bilirsin Zandar'ı," diye fısıldadı. "Heyecanı sever. Yanındakiler güvenilir, en kısa sürede dönerler, merak etme."
Kral Minho yüzünü ekşiterek yeniden düşüncelere daldı. Sarayın içinde günün ilerleyen saatlerine yaklaşırken, koridorlardan gelen ayak sesleri, dışarıdaki bahçenin cıvıltılarını bastırmaya başlıyordu. Gözleri bir anda donuklaşarak tavan işlemelerine dikildi. Sessizlik kısa sürdü; bakışlarını tekrar Kraliçe Celenia'ya çevirdi ve dudaklarının kenarında ince bir çizgi belirerek soğuk bir ifadeyle konuştu: "Ehter ne durumda, biliyor musun?"
Kraliçenin yüzü, sanki acı bir şey duymuş gibi bir anda gerildi. Ehter'in ismi bile onu öfke ve tiksinti karışımı bir duyguya sürüklüyordu. "O çocuk…" dedi sesi titreşirken, "umarım sarayda olduğu kadar uzak bir yerde, kendi köşesinde neyle uğraşıyorsa uğraşmaya devam ediyordur. Ama onun varlığıyla aynı şehirde olmak bile bana ağır geliyor. İnsanlara soğuk, içine kapanık olması da umurumda değil. Yeter ki gözümün önünde dolaşmasın, varlığını hissetmeyeyim. İster laboratuvarında olsun, ister karanlık bir dehlizde…"
Kral Minho, Kraliçe'nin bu sivri sözlerini doğal karşıladığı belliydi; zira Ehter, onun gayrimeşru oğluydu ve saray içindeki konumu herkesi rahatsız edecek kadar belirsizdi. Babası olarak onun zekâya olan merakıyla ilgilenmemesi, Ehter'in kendi âleminde yaşaması, sarayın çevresinde hep dedikodulara neden olmuş, Kraliçe Celenia da bu durumu hiçbir zaman kabullenememişti. Minho derin bir iç çekip, "Ona göre zaten her şey boş. Kendini kitaplara, deneylerine adamış. Saraydakiler onu sevmiyor, halkla da bağı yok," diye mırıldandı. "Ama en azından tahtla alakadar olmuyor, beni oyalamıyor."
Kraliçe Celenia öfkeyle dudaklarını büzdü. "Keşke sadece saraydan değil, bu topraklardan da çekip gitse," dedi hırsla. "Bir an olsun o ismin anılmasından bıktım. Krallığın içine kök salması gereken tek aile, bizim ailemiz olmalı."
Kral Minho, karısının sözlerini dikkatle dinlerken hafifçe başını salladı. Her ne kadar Ehter'i kendi çocuğu olarak bilse de, bu durumun saray içindeki huzursuzluğu beslediğinin farkındaydı. Bununla beraber, Ehter'in mevcut duruşu – entrikalardan uzak, sessiz ve kendi hâlinde olması – belki de krallık içinde daha büyük krizler çıkmasını engelliyordu. "Şimdilik onu kendi haline bırak," diye sakin bir sesle mırıldandı. "Zaten gücünü, savaş sanatını da önemsemez. Hırsı olmayan birinin taht oyunlarına dâhil olma ihtimali zayıf."
Kraliçe, Kral'ın sözlerinin ardından soğuk bir bakışla önüne döndü. İçinde biriken öfke, Ehter'i harcayıp saraydan kovma isteğini alevlendirse de, Kral'ın bu konuda net bir emir vermemesi onu çaresiz bırakıyordu. Salon yeniden sessizliğe gömülmeye başladığında, geriye kalan tek ses, Kral Minho'nun asasıyla tahtın koluna vurarak çıkardığı hafif tok sesler oldu. Av partisi hâlâ dönmemiş, dışarıda sıcak öğle güneşi şehrin taş yollarına vurmuşken, saray içinde içten içe büyüyen soğuk gerilim neredeyse elle tutulur hale geliyordu.
Kral Minho, asasını ince işlemeli taş zemine hafif tok seslerle vururken, bakışları tavandaki büyük oymaya takılıp kaldı. Tamul Krallığı'yla yapılan, krallık tarihine altın harflerle yazılmış büyük bir savaşın sahnesini canlandıran bu kabartma, zaferin ihtişamını bütün detaylarıyla yansıtıyordu. Kral'ın büyükbabası Kalen Conrack, o dönemde efsanevi bir liderlik sergileyerek Tamul ordularını yenmiş, Conrack Krallığı'nı zenginlik ve saygınlıkla buluşturmuştu. Şimdi, yüksek tavanın ortasında tüm ayrıntılarıyla işlenmiş o kabartma, Kral Minho'nun zihninde hem gurur hem de eski günlere özlem duygusunu uyandırıyordu.
Ancak Kraliçe Celenia'nın zihni, pek de kahramanlık hikâyeleriyle meşgul değildi. Gözleri sertçe kısılmış, altın ve taşlarla bezeli koltuğunda sanki patlamaya hazır bir volkan gibi duruyordu. Akıllı ve soğukkanlı biri olmasına rağmen, Ehter'in varlığı kendisini derinden rahatsız ediyor; tahtın meşruiyeti konusunda asla doğrudan bir tehdit oluşturmadığını bilse de, gelecekte ne olabileceği düşüncesi onu kemiren bir fare gibi içten içe huzursuz ediyordu.
Kral Minho, eşinin bu huzursuz halini fark ettiyse de aldırmamış gibi yaparak konuşmayı sürdürdü. "Zandar konusunda merak etme," diye mırıldandı, asasını yere vurmayı bırakarak. "Döndüğünde, hangi maceralardan bahsedeceğini sabırsızlıkla dinlemeyi dört gözle bekliyorum."
Kraliçe, Ehter hakkındaki kaygılarına dalıp gitse de, "Zandar'ın uzun süren yokluğu beni endişelendiriyordu," diye karşılık verdi, sesi titrek ama hafifçe rahatlamıştı. "Dönmesiyle konuların biraz olsun rayına oturacağını umuyorum."
Tam bu anda, sarayın koridorlarında yükselen ve duyulduğu anda herkesi anında harekete geçiren bir boru sesi yankılandı. Haberci borusunun güçlü sesi, saray muhafızlarının ayaklanmasına ve salonun kapılarına doğru koşuşturmasına neden oldu. Kral Minho, bir an duraksadıktan sonra kâtiplerin meraklı bakışları eşliğinde hızla yerinden kalktı. Kraliçe Celenia da onun peşi sıra, kaftanının etekleri taş zeminde usulca sürünerek ilerledi.
Büyük salonun kapıları ardına dek açıldığında, içeri giren kıdemli bir muhafız, heyecanlı bir ifadeyle başını eğip selam vererek konuşmaya başladı: "Majesteleri, Prens Zandar Conrack geri döndü! Hem de büyük av ganimetleriyle…"
Kral Minho ve Kraliçe Celenia, muhafızın heyecanını paylaşır gibi salondan çıkıp geniş koridora yöneldiler. Adımları giderek hızlanırken, hizmetkârlar ve kâtipler de merakla onları izliyordu. Avluya geçildiklerinde, Zandar'ın kalabalık bir grup eşliğinde şehre girişi neredeyse gösterişli bir geçit törenini andırıyordu. Zandar'ın bulunduğu açık alana yaklaştıklarında, ortalığı çalan boruların sesi, neşeli ve gurur dolu bir atmosfer yaratıyordu.
Prens Zandar Conrack, babasına fiziksel olarak benzediğini açıkça belli eden güçlü ve dik duruşu ile göze çarpıyordu. Giydiği hafif zırhın üzerine atılmış, yırtıcı bir hayvan postunu andıran kürk, sert bakışlarını daha da etkileyici kılıyordu. Yanındaki avcılar ve muhafızlar, atların arkasına bağlanmış büyük av ganimetlerini taşımaktaydı. En dikkat çekici olanı, kocaman bir yaban domuzu kafasıydı. Dişleri öfkeyle dışarı sarkmış, iriliği normal bir insanın belki yarısı kadar olan bu domuz başı, savaşçıların ne denli tehlikeli bir avla mücadele ettiğini gösteriyordu.
Zandar'ın grubunun taşıdığı diğer avlar ise iri geyik başları, birkaç vahşi kurt postu ve hatta ender rastlanan bir dağ aslanının tüm bedeniyle birlikte getirilen cesedi gibi etkileyici bir koleksiyondan oluşuyordu. Kasaba halkı ve saraydakiler, bu ganimeti gördüklerinde hem tedirgin olmuş hem de Prens Zandar'ın cesaretine övgü dolu gözlerle bakmaya başlamıştı.
Atından inen Zandar, alnındaki teri silerek Kral Minho'ya saygılı ama kendinden oldukça emin bir ifadeyle selam verdi. "Babacığım," diye seslendi gözleri parıldayarak. "Biraz geciktik ama, söz verdiğimiz gibi büyük bir zaferle döndük. Bu sefer av, umduğumuzdan daha çetin geçti. Özellikle şu yaban domuzu…" Büyük domuz kafasına işaret etti ve hafifçe sırıtıp başını iki yana salladı. "Bir ölüme yakın tehlike yaşadık, ama sonuç ortada."
Kral Minho, oğlunun coşkulu anlatışını gülümseyerek dinliyor, aynı zamanda delici bakışlarla ganimetleri süzüyordu. "Her zamanki gibi gözü pek olduğunu kanıtladın," dedi gururla. "Bir an dönmeyeceğinden korkmaya başlamıştık. Hoş geldiniz, evlat."
Kraliçe Celenia ise Zandar'ın bu maceraperest hâlinden memnun görünüyordu. Onun dönmesi, saray içindeki gergin havayı biraz olsun dağıtacak gibi gözüküyordu. Yine de zihninin bir köşesinde Ehter'in ismi varlığını koruyor, bu heyecanlı karşılama anında bile aklından çıkmıyordu. Fakat Zandar'ın güvenli dönüşü, şimdilik bu endişelerini hafif bir sis perdesi altına itmişti.
Avlu, meraklı gözlerle dolarken, sarayın hizmetkârları ve askerler, Prens Zandar'ın getirdiği avların derhal işlenip sarayın mutfağına veya ganimet odalarına taşınmasını organize etmek için koşturuyorlardı. Sarayın dışından gelen neşeli sesler, bir anda taş duvarlara çarpıp yankılanarak Conrack Krallığı'nın dinamizmini yeniden ortaya koyarken, Kral Minho asasıyla zemine ufak ufak vurdu; az önceki karanlık düşüncelerinin yerini şimdilik oğlunun görkemli dönüşünün gururu almıştı.
Zandar etrafına bakınırken gözlerinde o bilindik alaycı ışıltı vardı; insanlar, onun başarıları karşısında duydukları heyecanı saklayamazken Zandar bunu eğlenceli bir oyunmuş gibi izliyordu. Annesi Kraliçe Celenia'ya doğru yarım bir selam verirken, "Avımız sadece hayvanlarla sınırlı kalmadı, anne. Ormanda birkaç haydutla da karşılaştık ama pek direnç gösteremediler," diye övünürcesine bir yorum yaptı. Kraliçe, oğlunun cesaretine gizli bir gurur duysa da bunu fazla belli etmemeye özen gösterdi, yüzünde ifadesiz bir dinginlik hâkimdi. Yine de gözlerinde, Ehter'in aksine Zandar'a duyduğu sıcak duyguları ele veren hafif bir parıltı fark ediliyordu.
Kral Minho, oğlunun bu kendinden memnun hâlini anlayışla karşılasa da, Zandar'ın kibirli tavrından pek hoşlanmadığını belli eden bir bakış attı. "Evlat, büyük av artık bitti. Şimdi dinlenme vakti," diyerek onu yatıştırmaya çalıştı. Tam sarayın kapılarına doğru yönelmişlerdi ki, Zandar yine o dalgacı gülümsemesiyle kalabalığın arasına baktı ve sesi, çevresindekilerin rahatlıkla duyacağı kadar yüksek çıktı: "Peki… Ehter nerede? Sarayda hiç rastlayamadım da…" Bu sözlere, iğneleyici bir ton ve kışkırtıcı bir tebessüm eşlik etmişti. Etrafındaki muhafızlar ve saray görevlileri, Zandar'ın söylemindeki açık aşağılama ve alaycı ifadenin farkına varıp sessizleştiler.
Kraliçe Celenia, oğlunun Ehter'le ilgili böyle konuşmasından memnuniyet duysa da, bunu saklamayı tercih ederek gösterişsiz bir biçimde başını başka yöne çevirdi. İçten içe Ehter'e duyduğu nefret ve tiksinti, Zandar'ın bu çıkışıyla kendisine bir miktar tatmin sağlamıştı, fakat Kral Minho'nun gözlerinin kısa süreliğine nasıl karardığını da fark etti. Kral, Zandar'ı elbette seviyordu ama böyle keskin ifadeler kullanmasından hoşlanmıyordu. Yine de o anda bu konunun daha fazla uzamasını istemez gibi davrandı, omzuna hafifçe dokunup, "Ehter kendi dünyasında, bilim ve deney peşinde. Sen bugün yeterince av peşinde koştun, gerisini boş ver," diyerek konuyu kapatmaya yeltendi.
Kral'ın peşine takılan Zandar ve Kraliçe, sarayın koridorlarını adımlarken muhafızlar ve hizmetkârlar da kalabalığı organize etmekle meşguldü. Geniş kapıları geçtikçe, üzeri incelikle oyulmuş kemerlerin altından yürüyen saray halkı, Prens'in getirdiği ganimetleri depolara ve mutfağa taşıyordu. Avludan içeri dolan rüzgâr, taş koridorlarda yumuşak bir uğultuya dönüşmüştü. Zandar, Kral ve Kraliçe'yle birlikte sarayın ana salonuna doğru ilerlerken, yanlarından geçen danışmanlar ve kâtipler de saygıyla eğilerek hafif bir selam veriyordu.
Yürürken Kral Minho, arka sıralarda bekleyen bir danışmanından henüz tamamlanmamış maden raporlarını istedi; Kum Dağları'ndaki yeni rezerv hakkında konuşurken sesi daha ciddileşti. Kraliçe Celenia ise bu konuya pek ilgi göstermiyordu; aklı hâlâ Ehter'de ve Zandar'ın az önce yaptığı o yarı alaycı, yarı saldırgan imâdaydı. Zandar, konu madenlere dönünce dalgınca annesine baktı, sanki "Bu konu beni açmıyor," dercesine omuz silkti. Babasının sözlerini yarım kulak dinliyor, diğer yandan av sırasında yaşadığı maceraları anlatma fırsatı kolluyordu.
Sarayın büyük salonuna yeniden girdiklerinde, Kral Minho yerini alırken Kraliçe Celenia hafifçe tahtın yanına oturdu. Zandar ise başını dik tutarak, "Bana müsaade, babacığım," diyerek bahçeye dönmek için izin istedi. Kral, fazla uzatmadan başıyla onay verdi; oğlunun heyecanı ve mağrur duruşu ne kadar göze batsa da, saraya ganimetlerle dönüşüyle içini bir rahatlık kaplamıştı. Av partisi sağ salim sonuçlanmış, şimdilik dikkati dağılan tek konu Ehter'in ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağıydı. Saray içinde, Zandar'ın taç avcısı gibi davrandığı kadar, Ehter'in varlığını hiç ama hiç hazmedemeyen Kraliçe Celenia'nın sabrının ne kadar süreceği de merak konusuydu. Fakat şimdilik, sarayın taş duvarları arasında dönen tüm hesaplar, Minho'nun sessiz kibrine ve Kraliçe'nin gizli öfkesine karışıp uçsuz bucaksız bir sakinliğe gömülüyor gibiydi.