ZEVK SARAYI

Chapter 66: 4



Kraliçe Celenia, ağır taş duvarların yankıladığı adımlarının sesi eşliğinde sert bir ifadeyle ilerliyordu. Etekleri arkasında hiddetli bir dalga gibi sürüklenirken, kaşları çatılmış, yüzü gergin bir ifadeyle oğlunun yanında yürüyordu. Zandar, annesinin bu anlarda nasıl bir sessizlik içinde hiddetlendiğini çok iyi biliyordu ama umursamaz görünmekten de vazgeçmiyordu. Onun için Kraliçe Celenia'nın öfkesi, zaman zaman patlayan ama sonucunda hep sönümlenen bir fırtına gibiydi.

Ancak bu sefer annesinin gerginliği farklıydı. Bunu hissedebiliyordu. O yüzden, daha fazla sessiz kalmasını beklemiyordu. Ve beklediği gibi oldu.

Kraliçe, aniden yürüyüşünü hafifçe hızlandırarak adımlarını daha sert atmaya başladı. Sonra oğluna dönerek keskin bir ses tonuyla, "Neyin peşindesin, Zandar?" diye çıkıştı.

Zandar bir an duraksadı, ama ifadesinde herhangi bir korku veya telaş belirtisi yoktu. Hafifçe başını yana eğdi, annesinin hiddet dolu gözlerine baktı ve soğukkanlı bir tavırla, "Ne oluyor anne?" diye sordu.

Kraliçenin kaşları daha da çatıldı. "Zandar," dedi sert bir şekilde, oğlunun adını vurgulayarak.

Zandar, annesinin sesindeki ağırlığı fark edip hafifçe gülümsedi. Sonra alaycı bir edayla başını eğerek hafifçe dizlerini bükerek bir selam verdi. "Kraliçem?"

Celenia, oğlunun bu rahat ve umursamaz tavrına içten içe sinirleniyordu ama bunu şimdilik kontrol altında tutmaya çalıştı. Oğlu, babasına ne kadar benzediğini her geçen gün daha da belli ediyordu. Güçlüydü, cesurdu ama bazen gereğinden fazla kibirli ve rahat tavırlara sahipti. İşte bu yüzden, onu kontrol altında tutmak zorundaydı.

Sarayın açık alanına doğru yürürlerken, Celenia hafifçe duraksadı. Gözleri oğlunun yüzüne dikildi ve ona net bir şekilde şunu söyledi: "Bir sonraki kral sen olacaksın, Zandar. Her şeyi takip etmeli ve bilmelisin. Ama bu şekilde mi olacak? Böyle mi yöneteceksin?"

Zandar, bir an duraksadı. Annesinin ciddiyeti, bu sözleri söyledikten sonra daha da derinleşmişti. Ama onun düşüncelerinde başka bir şey vardı. Hafifçe başını yana eğdi ve omuz silkerek "Ehter'i galiba unutuyorsun," dedi.

Kraliçenin yüzü, sanki karanlık bir gölgeyle kaplanmış gibi aniden değişti. Sert ve keskin bakışları daha da katılaştı, yüzüne sanki kara bir maske indi. Sinirlerinin yükseldiği o an, içinde fırtınaların koptuğu ama dışına bunu hemen yansıtmadığı bir andı. Gözlerini kısarak sessiz kaldı, adımları biraz daha hızlandı ama hiçbir şey söylemedi.

Kraliçe, öfkesini bir süre içinde tutuyordu. Bu, onun için bir alışkanlıktı; sinirini hemen ortaya dökmek yerine, onu daha da yükseltip en sert şekilde patlamaya hazır hale getirmeyi severdi. O yüzden, birkaç adım daha ilerledi, açıklıktan bahçeye doğru yaklaşırken birdenbire durdu ve oğluna keskin bir şekilde döndü.

"O lanet olası tahta çıkmayacak!" diye sert bir sesle konuştu. Sesinde keskin bir nefret, reddediş ve kararlılık vardı. Gözleri adeta ateş saçıyordu. "O oyuncaklarıyla eğlensin! Kitaplarının, garip deneylerinin arasında kaybolup gitsin! Hem kim bilir, yakında burada bile olmaz belki."

Zandar, annesinin sözlerini dikkatle dinledi. Kendi içinde, Ehter'in asla bir tehdit olmadığını düşünüyordu ama annesinin Ehter'e duyduğu nefretin sadece bir tehdit meselesiyle ilgili olmadığını da biliyordu. Celenia, Ehter'i sadece bir varlık olarak bile hazmedemiyordu. O yüzden, bu konu ne zaman açılsa, içindeki bu nefret açığa çıkıyordu.

Zandar, hafifçe iç çekti. Annesine doğrudan karşı çıkmak istemiyordu ama bu konuyu da görmezden gelemezdi. "Evet, uçuk kaçık fikirleri var, doğru. Bana da gülünç geliyor. Ama… bu işi nasıl halledeceğiz?" diye sordu.

Kraliçe, birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra gözlerini oğluna dikerek, daha alçak bir sesle ama çok daha keskin bir ifadeyle konuştu: "Zandar, tahta çıkacak olan sensin. Ve bir gün, karşına çıkabilecek her şeyi nasıl halledeceğini öğrenmek zorundasın."

Zandar, başını hafifçe eğerek gözlerini kaçırdı. Kendi içinde, annesinin ne yapmaya çalıştığını anlamıştı. Kraliçe Celenia, tahtın etrafında olabilecek her tehdidi yok etmek istiyordu ve Ehter, onun gözünde yalnızca bir gölgeydi—ama yok edilmesi gereken bir gölge.

Kraliçe, adımlarına devam etti. Bahçeye doğru ilerlerken gözlerini uzaklara dikti, krallığın sınırlarını düşler gibi bir hâli vardı. "Eğer bir gün, o çocuk gerçekten bu krallıkta bir yer edinmeye kalkarsa, o zaman ne yapman gerektiğini bileceksin."

Zandar, annesinin sözlerinin altındaki anlamı anladı ama hemen cevap vermedi. Konu nereye varırsa varsın, bir şeyden emindi: Bu mesele daha yeni başlıyordu.

 

Kraliçe Celenia, gözlerini Zandar'ın üzerine dikerek adımlarını biraz yavaşlattı. Sarayın açık bahçesinde yürürken, yüzüne vuran güneşin sıcaklığı sinirlerini daha da geriyordu, ama sesi hâlâ kararlı ve otoriterdi.

 

"Bu konuyu kafana takma, Zandar," dedi, sesi önce yumuşak, ardından sertleşerek. "Ben senden sadece kral olacağın güne ve olduğunda yöneteceğin krallığa odaklanmanı istiyorum."

 

Zandar, annesinin sesindeki iniş çıkışları dikkatle dinledi. Celenia'nın her kelimeyi nasıl işlediğini, nasıl güçlü bir vurguyla aktardığını, nasıl önce alçak bir tonla başlayıp ardından otoritesini gösterecek şekilde yükselttiğini fark etti. Bu onun doğasında vardı—Celenia konuştuğunda dinlemek zorunda kalırdın.

 

"Bu, senin geleceğin," dedi kraliçe, son kelimeyi belirgin bir ağırlıkla vurgulayarak.

 

Zandar, bahçeye vuran öğleden sonra güneşinin altın ışıklarıyla annesinin yüzünü aydınlattığını fark etti. Siyah gözleri birer gölge gibi duruyor, yüzüne vuran güneşle keskin bir kontrast oluşturuyordu. Celenia'nın yüzü her zamanki gibi pürüzsüz ve soğuktu, sanki altın pudra ile hafifçe parlatılmış gibiydi. O anda Zandar, annesinin her zaman nasıl bir kraliçe olduğunu düşündü—sadece bir yönetici değil, aynı zamanda bir savaşçı, bir stratejist ve en önemlisi bir koruyucu. Ama bu koruma, sevgi dolu bir koruma değildi; zeki, sert ve tehditleri yok etmek için hiçbir şeyden çekinmeyen bir gücün ürünüydü.

 

Annesinin başındaki taç, aslan şeklindeki gümüşi motifleriyle güneşin altında ışıldıyordu. Kraliçe'nin saçları topluydu; her zaman düzenli ve kusursuz görünürdü. Rüzgârın hafifçe esmesiyle birkaç tel saçın serbest kaldığını görebiliyordu ama yüzündeki ifade kesinlikle yumuşamıyordu.

 

Zandar, bir an saraya baktı, sonra tekrar annesine döndü. Onun, Ehter'e duyduğu aşırı nefreti düşündü. Kendisi de Ehter'i pek sevmezdi, çünkü o tamamen farklı biriydi—güçlü bir savaşçı değil, kraliyet geleneklerine uyan biri değil. Ama annesinin duyduğu nefret, daha derindi. Belki de, salt varlığına bile tahammül edemeyeceği kadar içini kemiren bir öfkeydi.

 

Zandar sonunda hafifçe başını eğdi ve annesinin gözlerine doğrudan bakarak, alaycılıktan uzak, daha ciddi bir ifadeyle konuştu:

 

"Tamam, Kraliçem. Dediğin gibi olsun."

 

Kraliçe, bu cevaptan memnun olmuş gibi başını hafifçe salladı. Onun otoritesini kabul ettiğini görmek, her zaman hoşuna giderdi. Fakat Zandar'ın içinde gerçekten ne düşündüğünü kestirmek zordu. Daha fazla sorgulamaya gerek duymadan, birkaç dakika daha konuşarak bahçede yürümeye devam ettiler. Konuşmalarının büyük kısmı, Zandar'ın gelecek sorumlulukları üzerineydi.

 

Zandar, sonunda bahçenin kenarına geldiğinde hafifçe eğilip annesine veda etti ve saraya geri dönmek için yürüdü. Kraliçe Celenia ise yürümeye devam etti. Çiçeklerle bezeli taş yolların arasından süzülerek, düşüncelerinin karmaşıklığı içinde ilerliyordu.

 

Kraliçe, bir süre bahçede yalnız yürüdü. Burası huzur bulabileceği bir yerdi—en azından huzur bulduğunu düşündüğü bir alan. Renk renk çiçekler, estetik düzenle dizilmiş yeşil alanlar ve zarif taş yollarla çevriliydi. Ama içinde, Ehter konusu hâlâ bir diken gibi batıyordu.

 

Tam o anda, ince kumaşlı, çiçek desenli elbisesiyle ve hizmetçi armalı bir kadın hızla yanına yaklaştı. Kadın, dizlerini hafifçe kırarak reverans yaptı. "Efendim," dedi, sesi tedirgin ama saygılıydı.

 

Kraliçe, sert bakışlarını ona çevirdi ve hemen sabırsızca sordu: "Ne yaptın? Halledebildin mi?"

 

Hizmetçi, tedirgin bir şekilde başını olumsuz bir şekilde sallayarak, duraksamadan yanıt verdi: "Efendim, başını kitaplarından ve projelerinden kaldırmıyor."

 

Kraliçe'nin yüzü bir anda gerildi. Kaşları çatıldı, gözlerindeki öfke keskinleşti. Parmaklarını hafifçe sıktı, ama kontrolünü kaybetmemeye çalıştı. Sonunda, dişlerinin arasından bir kelimeyi hiddetle tısladı:

 

"Beceriksiz."

 

Hizmetçi, başını önüne eğerek sessiz kaldı. Kraliçenin gözlerindeki sert bakış, onu daha fazla konuşmaktan alıkoyuyordu.

 

Celenia derin bir nefes aldı, öfkesini içine çekerek bir süre daha düşündü. Sonra kesin ve otoriter bir şekilde emretti: "Çıkar o zaman."

 

Hizmetçi hızla başını salladı, "Emredersiniz, efendim," dedi ve hemen uzaklaşmaya yeltendi.

 

Ancak tam döneceği sırada, Kraliçe bir kez daha konuştu. "Estil'e söyle, gözetim altında tutmaya devam etsinler."

 

Hizmetçi, başını tekrar eğerek, "Onu da kabul ediyorum, efendim," dedi ve hızla sarayın taş yollarına doğru yürümeye başladı.

 

Kraliçe Celenia, bahçenin ortasında bir süre durdu. Gözlerini uzaklara dikmişti. Ehter, onun için sadece bir varlık olmaktan çok, bir hata, bir sapma, ortadan kaldırılması gereken bir leke gibiydi. Ve bu mesele, ne kadar zaman geçerse geçsin, onun zihninde bir gölge gibi kalmaya devam edecekti.

 

Rüzgâr hafifçe esmeye başladı. Kraliçe, elbisesinin uçuşan kenarlarını düzeltti ve yürümeye devam etti. İçindeki planları netleştirmek için, daha fazla düşünmesi gerekiyordu. Çünkü krallıkta tek bir aile olmalıydı—ve Ehter bu ailenin bir parçası olamazdı.

Sümbül, papatya ve manolyaların arasında zarifçe yürüyen Kraliçe Celenia, bahçenin içlerine doğru ilerledikçe derin bir sessizliğe gömülmüştü. Hafif bir rüzgâr, çiçeklerin narin yapraklarını usulca titretiyor, gökyüzünde güneş yavaş yavaş batıya doğru ilerlerken bahçenin taş yolları üzerinde uzun gölgeler oluşuyordu. Ayakları taşların arasındaki yumuşak toprağa batarken, gözleri bir noktaya takılı kalmıştı. Önünde, sarı yapraklı bir bitki yükseliyordu. Ona baktıkça, zihninde uzun süredir gömülü kalmış anılar su yüzüne çıkmaya başladı.

Bir an duraksadı, gözleri bulanıklaşır gibi oldu. Zihni, onu zamanın ötesine, gençlik yıllarına sürükledi. Conrack Krallığı'nın kraliçesi olmadan, hatta bir Conrack bile olmadan önceki zamanlara... Tenatom Hanedanlığı'na ait görkemli ama acı dolu bir sarayda hizmet ettiği yıllara. Orada geçirdiği o uzun, zorlayıcı yılların her detayı belleğinde hâlâ capcanlıydı. Yavaşça eğilip bitkinin yapraklarını parmaklarının arasında sıktı. Hafifçe buruşan yapraklar ellerinin içinde kırılmaya başladığında, geçmişin gölgeleri gözlerinin önüne serildi.

Ve sonra, Sinnya'nın yüzü beliriverdi. O zamanki halini, gülümseyen ve sevecen tavırlarıyla herkesin gözdesi olan o kadını hatırladı. Sinnya yüzünden aldığı azarlar, onun gölgesinde kaldığı yıllar, sırf Sinnya ön planda diye küçümsendiği zamanlar. Sinnya'nın hafif ve güleç tavırları, herkesin ilgisini çekiyor; onun yanında Celenia'nın varlığı solgun, gereksiz ve silik kalıyordu. Ve sonra, o günler...

Ellerini biraz daha sıktı, tırnakları bitkinin ince dallarını kesmeye başladı.

Sarayın işgal edildiği o geceyi hatırladı. Kan ve çığlıkların gökyüzüne karıştığı, duvarların alevlerin ışığında titrediği anları. Onları kaçırdıklarında, her şey göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu. Bir grup genç kadınla birlikte alınıp doğu topraklarına, Minat Krallığı'na götürülmüşlerdi. Minat Prensi, onları satın alıp birer soylu gibi yetiştirmişti. Ama o gün bile Sinnya en öndeydi. Hep en değerlileri oydu, hep en çok sevilen o oldu. Celenia ne kadar çabalasa da onun gölgesinde kalıyor, ne kadar ileri gitse de bir şekilde arka planda bırakılıyordu.

Minat Sarayı'nın geniş salonlarında, Sinnya gülümserken insanlar ona hayranlıkla bakıyordu. Güzel kızdı, bunda şüphe yoktu. Uzun, parlak saçları, ışık vurduğunda gözleri adeta bir cevher gibi parlayan bir yüzü vardı. O, sıcak ve sevecen halleriyle insanları büyülüyordu. Celenia ise sessizdi, gözleri hep Sinnya'nın üstün tutulmasına tanık olmak zorundaydı.

Ve sonra, her şey değişmişti. Minat Prensi, Conrack Krallığı'nın o zamanki prensi olan Minho ile bir bağlılık anlaşması yapmış, bunun karşılığında Sinnya da dahil olmak üzere üç kızı Conrack Sarayı'na göndermişti. Bu anlaşmayla birlikte Doğu ve Güney toprakları, iki kralın gözetiminde birleşecekti. Ama en çok hatırladığı şey, saraya geldiğinde bile Sinnya'nın hâlâ kayırıldığıydı. İnsanların ona nasıl baktığını, nasıl övgüler yağdırdığını hatırlıyordu. Sevecen ve güleç tavırlarıyla, Prens Minho'nun bile dikkatini çekmeyi başarmıştı.

Celenia, kendini engelleyemedi. Minho'ya da âşık olmuştu. Onun sert ama akıllı bakışlarına, otoritesine, etrafındaki her şeyi kolayca kontrol edebilmesine hayran kalmıştı. Ama Minho, Sinnya'yı istiyordu.

İçindeki kıskançlık o kadar derindi ki, tırnakları artık bitkiyi parçalamış, doğrudan kendi derisine batmaya başlamıştı. Ama farkında bile değildi.

Rekabetleri yıllarca sürdü. Celenia, Minho'nun ilgisini çekmek için ne yaparsa yapsın, Sinnya hep öndeydi. İnsanları kendine çekme konusunda doğal bir yeteneği vardı. Celenia her zaman zeki ve güçlüydü ama onun doğasında Sinnya'daki sıcaklık yoktu.

Ve sonra o gece geldi.

Tarih belirlenmişti. Minho ile Sinnya'nın evleneceği gece yaklaşıyordu. Ama bundan çok önce, o lanet olası gece yaşanmıştı. O gece, Minho ve Sinnya birbirlerine karşı koyamamış ve günahları sonucu, Sinnya hamile kalmıştı.

İşte o an, her şeyin bittiğini anlamıştı.

Minho, Sinnya ile evlenmek zorunda kalacaktı. O ve doğacak çocukları Conrack Krallığı'nın geleceği olacaktı. Ve Celenia yine, hep olduğu gibi bir kenara itilecekti. Ama Sinnya hamile kaldığında, olayların yönü değişti.

Sannya'nın hamileliği sancılıydı. Kraliçe olamadan, tahtın ve Minho'nun gözünde yücelmeden önce bu dünyadan göçüp gitti. Doğum sırasında ölmüş, geride bir tek çocuğu—Ehter—bırakmıştı.

Ehter...

Celenia'nın dişleri sıkıldı. Gözleri neredeyse karardı.

O çocuk, Sinnya'nın kanını taşıyordu.

O çocuk, Celenia'nın yerine Sinnya'nın hatırasını taşıyan bir varlıktı.

Ve Minho, onunla evlenmek zorunda kalınca, Celenia artık Conrack Kraliçesi olmuştu. Ama bu onun zaferi değildi. Çünkü Ehter yaşıyordu.

Tırnakları avucuna daha da battı, kanın sıcaklığını hissettiğinde irkildi. Gözlerini aşağı çevirdi, avuçlarında ezilmiş bitkinin kalıntılarını ve kırmızıya dönmüş derisini gördü. Parmaklarını açtı ama titriyordu.

Öfkesi hâlâ dinmemişti. Ehter'in her nefes alışında Sinnya'nın gölgesini görüyordu. Onun soğuk, mesafeli hali, kitaplara olan düşkünlüğü, hiçbir şeyi umursamayan havası Sinnya'ya hiç benzemiyordu belki ama yine de... O, Sinnya'nın oğluydu.

Ve bu düşünce, ona tahammül edilemez geliyordu.

Derin bir nefes aldı, ellerini yavaşça dizlerinin üzerine koydu. Sakinleşmeye çalıştı. Çünkü biliyordu ki, öfke onu kör edebilirdi ama bunu doğru zamanda, doğru yerde kullanmazsa asla kazanamazdı. Ehter hâlâ saraydaydı ama sonsuza kadar burada olmayacaktı. Bunu sağlayacaktı.

Kraliçe Celenia'nın yüzüne, o her zamanki soğuk ama planlı ifade geri döndü. Kafasındaki planlar, yıllar önce olduğu gibi yeniden şekillenmeye başladı. Çünkü bir kez hata yapmıştı; Sinnya'nın yoluna çıkmasına izin vermişti. Ama bu sefer, Ehter'in varlığına izin vermeyecekti.


Tip: You can use left, right, A and D keyboard keys to browse between chapters.