Chapter 67: 5
Ehter, loş ışık altında çalışma masasının başında oturuyordu. Genellikle çizimlere ve tasarımlara odaklanırdı, ancak bugün farklı bir şey deniyordu. Önünde cam şişeler, küçük havanlar ve metal kaplar duruyordu. Çeşitli tozlar, bitki özleri ve maden parçacıklarıyla dolu küçük kutular özenle dizilmişti. Farklı maddelerin birbirleriyle nasıl tepkimeye girdiğini anlamaya çalışıyordu. Bazıları toz haline getirilip karıştırıldığında tamamen farklı bir hâl alıyordu, bazılarıysa bir araya geldiğinde kontrolsüz ısınıyor, hatta bazen patlama veya aşırı soğuma tepkimeleri gösteriyordu.
Ehter, uzun süredir denediği bir karışımı küçük bir metal kapta ısıtırken dikkatini tamamen yaptığı işe vermişti. İçindeki sıvı yavaşça koyu bir renge dönmeye başlamıştı ki, kapının aniden hızla açılmasıyla irkildi. Metal kap elinden kayacak gibi oldu, ancak son anda kontrolü sağladı. Kapıyı telaşla açan kişi, zarif ama aynı zamanda aşırı çekici bir kadındı. Uzun, dalgalı koyu kestane saçları, derin ve koyu bakışlarıyla odanın loş ışığında bile dikkat çekiyordu. Üzerindeki ince, bedene oturan kumaş elbisesi hareket ettikçe narin bir şekilde dalgalanıyordu. Onu görmezden gelmek ya da ilgilenmemek neredeyse imkânsızdı; sanki etrafındaki havayı bile değiştiriyordu. Ehter bir an donakaldı.
Kadın telaşla odaya girerek kapıyı hızla kapattı. Kalbi hızla atıyormuş gibi nefes nefese görünüyordu. Ellerini göğsüne bastırmış, endişe içinde titriyor gibiydi. "Efendim, bana yardım edin! Lütfen!" dedi, sesi titrek ama keskin bir paniği yansıtıyordu.
Ehter, kaşlarını çatarak şüpheli bir ifadeyle kadına baktı. "Ne oluyor?" diye sordu, henüz olanları tam anlayamamıştı.
Kadın hızla ona doğru birkaç adım attı ve aniden Ehter'in koluna yapıştı. "Beni lütfen buradan kaçırın! Peşimde… Eğer bulursa beni öldürecek!"
Ehter, kadının hareketlerinin aşırı tepkili olduğunu fark etti ama sözlerinin sahte olup olmadığını kestiremiyordu. Onun oyunculuk yapıyor olabileceğini düşündü, ama kadının gözlerinde gerçekten korku vardı. O an mantığını devreye sokmaya çalıştı. Bir insan neden bu kadar panikle bir saraydan kaçmaya çalışırdı? Kim onu öldürmek istiyordu? Ve neden Ehter'den yardım istiyordu?
Daha düşünmeden, kadın onu yılankavi hareketlerle çekiştirmeye başladı. "Lütfen, hızlı olmalıyız! Çok vaktimiz yok!" diye fısıldadı.
Ehter, kaşlarını çattı ama içgüdüsel olarak bir karar verdi. "Tamam, dur, sakin ol," dedi, elini hafifçe kaldırarak kadının onu çekiştirmesini durdurmaya çalıştı. Kadın ne kadar yaklaştığını fark etmeden, Ehter'in koluna daha fazla sarıldı. Ehter bir anlık bir karıncalanma hissetti ama kadının telaşlı hareketleri, bu hissin farkına varmasını engelledi.
Ehter'in aklına bir yol geldi. Sarayın güney ucunda, kanal hattının devamında Hannol Nehri'ne bağlanan bir geçit vardı. Eğer oraya ulaşabilirlerse, kadını sarayın dışına çıkarmak mümkün olabilirdi. "Bu taraftan," dedi Ehter ve kadının kolunu sıkıca kavrayarak onu kapıya yönlendirdi.
Muhafızlardan kaçmaları gerekiyordu. Sarayın loş koridorlarında hızla ilerlerken kadın sürekli olarak endişeli bir şekilde arkalarına bakıyordu. "Bizi gördüler mi? Peşimizde kimse var mı?" diye fısıldıyordu. Ehter bir yandan ilerlemeye çalışıyor, bir yandan da onun bu telaşlı tavırlarının mantığını kavramaya uğraşıyordu.
Kanal hattına ulaştıklarında, geçidin dar taş koridorlarında hızla ilerlemeye başladılar. Kadın hâlâ hızlı hızlı, sessizce bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama Ehter'in dikkati tamamen önündeydi. Buradan çıkabilirlerse, kadını dış dünyaya ulaştırmak mümkün olacaktı.
Ancak, tam boru hattının ucuna yaklaştıklarında, ansızın büyük bir patlama meydana geldi.
BOOM!
Ehter'in kulakları uğuldamaya başladı, dengesini kaybedip neredeyse yere kapaklanıyordu. Hızlıca etrafına baktığında, patlamanın tam geçidin giriş kısmında gerçekleştiğini fark etti. Toz ve duman her yere yayılmıştı, taşlar titriyor, geçidin duvarları çatlamış gibi görünüyordu.
Kadın aniden kendini yere attı ve çığlık atmaya başladı. "Yardım edin! Lütfen! Yardım edin!" diye bağırdı.
Ehter, gözlerini kısarak kadına baktı. Kadın sanki bir anda panikten daha farklı bir ruh haline geçmişti—ve bu ani değişim, Ehter'in içini dondurdu. Bu normal bir kaçış değildi.
O sırada, ağır çizmelerin sesi duyuldu. Muhafızlar patlamanın olduğu yere doğru hızla ilerliyorlardı. Duman arasından siluetleri belirginleşmeye başladığında, kadın aniden titrek bir parmakla Ehter'i işaret etti.
"O! O bana saldırdı! Beni kaçırmaya çalıştı! Bana zorla sahip olmak istedi!"
Ehter, beyninden vurulmuşa döndü. Algıları bir an için kapanır gibi oldu. Kadının söylediği şeyin ciddiyetini kavrayamıyordu. Bu bir oyun muydu? Tuzak mıydı? Ne oluyordu?
Muhafızlar, kadının çığlıklarını duyduklarında bir an duraksadılar. Başlarındaki lider, gözlerini kısarak Ehter'e baktı.
"Prens Ehter? Bu doğru mu?"
Ehter'in zihni felç olmuş gibiydi. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söyleyemedi. Birkaç dakika öncesine kadar sadece çalışmalarına odaklanmıştı, şimdi ise korkunç bir iftirayla karşı karşıyaydı. Kadın hâlâ yerde titrer gibi yapıyor, gözyaşları süzülüyormuş gibi görünüyordu.
Muhafızlar, bir anda kılıçlarını biraz daha sıkı kavradılar. Gözlerindeki şüphe belirginleşmişti. "Bu durumda Majesteleri'ne rapor vermemiz gerekecek."
Ehter nefesini kontrol etmeye çalıştı. Düşüncelerini hızla toparlamalıydı. Eğer bu durumda mantıklı bir savunma geliştiremezse, Kraliçe'nin bu fırsatı ona karşı kullanacağını çok iyi biliyordu.
Ama önce... Bu kadın kimdi ve neden bunu yapıyordu?
Ehter, ağır adımlarla muhafızların arasında ilerlerken başı döner gibiydi. Beyni karmaşık düşüncelerle dolmuş, yaşananların gerçekliğini kavramaya çalışıyordu. Ellerini bağlayan sert deri kayışın baskısını bile zar zor hissediyordu. Kulaklarında yankılanan sesler, gözlerinin önünde dans eden belirsiz görüntüler… Kadının yüzü, korku dolu çığlıkları, patlamanın şiddeti… Hepsi zihninde bir girdap gibi dönüyordu.
Muhafızlar onu saraya doğru sürüklerken, geçidin patlama yaşanan tarafına doğru bakma fırsatı buldu. Gözleri hızla taş yığınlarının arasında gezindi ve bir an için tanıdık bir şey gördüğünü sandı. Mavi Ayı.
İki gün önce laboratuvarında üzerinde çalıştığı toz hâlindeki madde, tam da patlamanın olduğu bölgede, yıkıntılar arasında dağılmış haldeydi. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Bu nasıl olabilirdi? Maddelerinin odasının dışına çıkması imkânsızdı, onları kilitli kutularda saklıyordu. Eğer gerçekten gördüğü şey Mavi Ayı ise, bu patlamanın onun bilgisi dışında hazırlanmış bir tuzak olduğuna dair en büyük kanıttı.
Ama bunu ispat edebilir miydi? Kimin ona bu tuzağı kurduğunu nasıl bilecekti? Muhafızların sert elleri kollarına baskı yaparken, istemsizce dişlerini sıktı ve düşünmeye çalıştı.
Kadının çığlıkları geride kalıp kulaklarından çekilirken, sarayın taş koridorlarına doğru hızla götürülüyordu. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki sanki başından beri planlanmış gibi bir düzen içinde gelişmişti. Patlama, iftira, muhafızların hemen olay yerine yetişmesi ve şimdi konseyin onu yargılamak için toplanması… Bu bir rastlantı olamazdı.
Muhafızların adımları yankılanarak onu büyük salona götürdü. Kapılar açıldığında, içeride konseyin çoktan toplanmış olduğunu gördü. Yüksek taş sütunların arasındaki geniş taht salonu, bugün yargılamanın mekânı hâline gelmişti.
Kraliçe Celenia, başında her zamanki aslan motifli tacıyla tahtın hemen yanında oturuyordu. Yüzünde zafer kazanmış birinin ifadesi vardı. Dudakları hafifçe kıvrılmış, gözleri soğuk ve tatmin olmuş bir parıltıyla parlıyordu.
Kral Minho ise tahtında oturmuş, ifadesiz ama hayal kırıklığı dolu gözlerle ona bakıyordu. Kaşları hafifçe çatılmış, uzun parmakları tahtın kolçağını sıkıca kavramıştı.
Zandar, tahtın biraz gerisinde, neredeyse umursamaz bir tavırla duruyordu. Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı, sanki bu durum onu eğlendiriyormuş gibi bir hava içindeydi.
Diğer konsey üyeleri, her biri farklı bir tavırla salonda yerlerini almıştı. Kimileri Ehter'e şüpheyle bakıyor, kimileri ise kararsız görünüyordu. Ama hepsi, Kral'ın ağzından çıkacak kararı bekliyordu.
Minho, asasını taş zemine hafifçe vurdu ve güçlü sesiyle salonu doldurdu:
"Ehter. Yargılanıyorsun."
Bu kelimeler, Ehter'in başına buz gibi inmişti. Kral devam etti:
"Bir kadına zorla sahip olmaya çalışmak ve saraya maddi hasar vermekle suçlusun. Söyleyeceklerini dinliyoruz."
Ehter, sessizce duruyordu. Zihni, odasındaki anları ve yaşadıklarını özetlemeye çalışıyordu. Derin bir nefes aldı ve mümkün olduğunca mantıklı bir şekilde konuşmaya başladı:
"Ben… Laboratuvarımda çalışmalarımı yapıyordum. Çizimlerimle ilgilenmiyordum, kimyasal maddeler üzerine çalışıyordum. O kadın birden içeri girdi. Benden yardım istedi, peşinde birinin olduğunu söyledi. Beni kaçırmam için yalvardı. Onun sözlerine inanıp, sarayın güney hattından Hannol Nehri'ne bağlanan geçide yöneldim. Ancak oraya vardığımızda bir patlama oldu. O anda ne olduğunu anlayamadım. Ve sonra, o…"
Konuşmasını kesen kişi Kraliçe Celenia oldu. Sandalyesinde hafifçe doğruldu, yüzünde sinsi bir ifadeyle konuşmaya başladı. Sesi iğneleyici ve zehir doluydu:
"Nasıl oldu da mürekkep ve şişelerinden kafanı kaldırıp böyle bir şeye kalkıştın, Ehter? Ne oldu? Bizimi uçuracaktın yoksa havaya?"
Konseyde birkaç kişi kıkırdadı. Kraliçenin sözleri, onun Ehter'i küçümseme çabalarının bir göstergesiydi. Ama en çok gülen kişi Zandar'dı. Kardeşine alaycı bir bakış atarak, eğlenircesine konuştu:
"Ehter, senin uçuk kaçık fikirlerin her zaman ilginçti, ama bunu beklemezdim. Muhafızların elinden kaçmak için bir patlama mı planladın? Yoksa bilimsel bir deneyin yanlış mı gitti?"
Ehter'in içi kaynıyordu ama sustu. Düşünmeliydi. Her hamlesi şu an aleyhine kullanılabilirdi.
Kral Minho, oğluyla kısa bir an göz göze geldi. Ehter, babasının bakışlarında tuhaf bir şey gördü. Minho, Ehter'in gerçekten bu işin içinde olmadığını seziyor gibiydi. Ama bunu bilemezdi. Şu anki kanıtlar aleyhineydi ve kraliçenin etkisi altındaki konsey de ona karşı karar vermeye hazırdı.
Minho, gözlerini kırpıştırdı, sonra konuştu:
"Bu meselede şüphe götürecek pek bir şey yok gibi görünüyor. Saraya maddi zarar verildi, bir kadına karşı şiddet iddiası var. Kraliyet hanesine yakışmayan bir durum."
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Kral, ağır bir kararla devam etti:
"Ehter Conrack. Seni, krallığın doğu bölgesi sınırında bulunan ve güneyde Hannol Nehri ile komşu olan terk edilmiş Sanor Kalesi'ne sürgün ediyorum. Saraya geri dönmeyeceksin."
Bir sessizlik çöktü.
Ehter, şok içinde olduğu yerde kaldı. Sanki dünya üzerine çökmüştü. Sanki her şey yavaşlamış, zaman durmuştu.
Celenia, dudaklarının köşesinde zafer dolu bir gülümsemeyle oğluna baktı. Zandar kollarını bağlayarak omzunu silkti. Konsey üyeleri başlarını hafifçe sallayarak kararı onayladı.
Ehter ise sadece durdu. Tüm dünya üzerine kapanıyormuş gibi hissediyordu. Bugüne kadar her şeyden uzak kalmış, taht oyunlarına karışmamış, yalnızca kendi dünyasında yaşamıştı. Ama bu sefer, kendini bilmediği bir savaşın ortasında bulmuştu.
Ve işin en acı yanı…
Kendisini savunacak hiçbir şey bulamıyordu.
Ehter'in bedeni taş kesilmiş gibiydi. Sürgün kararı açıklandığında zihni tamamen boşalmış, varlığı sanki bir anlığına yok olmuştu. Bir ses bile çıkaramıyordu, ne itiraz ne de savunma. Dünya etrafında dönüyordu ama o sadece duruyordu. Her şey, ağır bir örtü gibi üzerine çökmüştü.
Konsey üyelerinin arasından mırıltılar yükselmeye başladı. Kimileri başlarını hafifçe eğerek kraliyet ailesinin kararına boyun eğiyordu ama bazıları bu cezanın fazla ağır olduğunu düşünüyordu. Birkaç kişi birbirine bakarak alçak sesle konuşurken, içlerinden biri dayanamayıp ileri çıktı.
"Majesteleri, bu ağır bir karar değil mi?" dedi, sesinde temkinli bir endişeyle. "Prens Ehter… Kraliyet kanı taşıyor. Sürgün… Bir kraliyet mensubu için radikal bir ceza sayılmaz mı?"
Kraliçe Celenia, bu çıkış karşısında kaşlarını çattı ama yüzünde sinsice bir gülümseme belirdi. Elleriyle zarifçe dizlerini sıvazladı, ardından başını hafifçe yana eğerek sesini yumuşak ama alaycı bir tona büründürdü.
"Ah, gerçekten de kraliyet kanı mı taşıyor?" dedi, kelimeleri neredeyse bir fısıltı gibi ama içindeki zehri gizleyemeyecek şekilde salona yayıldı. "Kendisini bir asil gibi mi yetiştirdi? Bir savaşçı mı oldu? Halkı için bir hizmet mi sundu?"
Konsey üyeleri suskunluğa gömüldü. Celenia hafifçe gülümseyerek Ehter'e döndü. "Bize yıllarca kitapları, deneyleri, ilginç fikirleri dışında ne sundu? Şimdi de patlamalar mı? Belki de bu sürgün ona gerçek hayatı öğrenme fırsatı verir."
Salonda, bu sözlere hafif bir kahkaha karıştı. Zandar gülerek başını iki yana salladı. "Kim bilir, belki Sanor Kalesi'nde de küçük deneylerini yapmaya devam edebilir. Yalnız kalmayı sevdiğini biliyoruz."
Ehter, başını bile kaldırmadı. O konuşmalar havada yankılanırken, tüm sesi bir uğultu gibi duyuyordu.
Ve sonra, istemsizce, sağ gözünden bir damla yaş süzüldü.
Ehter, bunu hissetmemişti bile. Ama Minho gördü.
O tek damla, Minho'nun zihninde bir şeyi tetiklemişti. Sinnya.
Yıllar öncesine, Sinnya'nın gözlerinin yaşlarla dolduğu ve ona son kez baktığı o ana götürdü Minho'yu. Ehter'in annesi de, ölmeden önce, ona böyle bakmıştı. Sessizce, çaresizce, karşı koyamadan. O zamanlar bunu fark etmemişti belki ama şimdi, Ehter'in gözlerinden süzülen tek damla yaş, vücudunda bir titreme yarattı. Sanki derisinde ince bir karıncalanma hissetti. Sol eliyle hafifçe tahtın koluna yaslandı, anlık bir baş dönmesi yaşadı.
Kendi verdiği kararın ağırlığı altında eziliyordu.
Ama geri dönemezdi. Karar verilmişti.
Bir kral, verdiği hükmü geri almazdı.
Konsey üyeleri hâlâ fısıldaşıyordu. Minho, gözlerini kapatıp bir an derin bir nefes aldı. Sonra gözlerini açtığında, sesi sert ama hafif titrek çıktı.
"Konsey dağılabilir."
Herkes sessizleşti. Kralın emriyle konsey üyeleri tek tek başlarını eğip ayrılmaya başladı. Ama giderken göz ucuyla Ehter'e bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Kimisi hâlâ karardan şüpheliydi, kimisi Celenia'ya hak veriyordu, kimisi ise bu durumu yalnızca seyrediyordu.
Zandar, konseyden ayrılırken Ehter'e bir an daha baktı ve hafifçe başını yana eğerek alaycı bir ifadeyle gülümsedi. "Sanor Kalesi'ne hoş geldin, kardeşim." dedi, sonra yürüyüp gitti.
Kraliçe Celenia, Minho'ya yaklaşıp ona hafifçe dokundu. "Majesteleri, iyi misiniz?" diye sordu, ama sesi o kadar sahte bir endişeyle doluydu ki neredeyse duyulabiliyordu. "Kararınızın doğru olduğunu biliyorum. Ehter için en iyisi bu olacak."
Minho, başını hafifçe ona çevirdi. Gözlerinde karanlık bir bakış vardı. Kraliçe, Minho'nun içinden geçenleri tam olarak kestiremese de, Kral'ın bu kararı alırken neden bu kadar zorlandığını sezebiliyordu. Ama Minho konuşmadı. Bir şey demeden tahtına geri yaslandı.
Ehter, hâlâ olduğu yerde duruyordu. Sanki koca bir taş kütlesi kadar ağırdı. Aklı, vücudu, ruhu… Hepsi ağırlık altında eziliyordu.
Sürgün…
Bir an sonra muhafızlar, Ehter'i götürmek için yanına yaklaştılar. Biri bileğine dokunduğunda, irkildi. Gözlerini kırpıştırdı, algıları bir anda açılmış gibi hissetti. Gerçek nihayet tam anlamıyla ona çarpmıştı.
Gidiyordu.
Bir daha asla geri dönmemek üzere.
Ehter, muhafızların sıkıca kavradığı kolları arasında ağır adımlarla ilerlerken boğazında bir düğüm hissetti. İçinde yükselen yoğun duygular, kelimelere dökülemeyecek kadar yoğundu. İçinden bir çığlık yükseliyordu ama ses telleri onu duymazdan geldi. Dudakları aralandı, ancak yalnızca zihninde yankılanan bir kelime döküldü: "Baba…"
Ama kendi sesi bile ona ulaşmadı.
Muhafızlar, onu hızla odasına götürdüler. Kapılar kapandığında, yalnız kaldığında, ayakları olduğu yere çakılı kaldı. Hâlâ olanları idrak edememiş gibi hissediyordu. Sürgün… Kelime zihnine ağır bir taş gibi düşüyordu. Saraydan, yaşadığı yerden, hayatını verdiği her şeyden koparılmak… Bir daha asla geri dönememek…
Kendisini çaresizlik içinde boğulmaktan alıkoymalıydı. Zihni karmaşık ve bulanık olsa da içgüdüleri ona bir şey fısıldıyordu: Zaman daralıyor. Çalışmalarını bırakıp gidemezsin.
Bunun üzerine, hızla odasının içinde hareketlenmeye başladı. Masasının üzerinde yarım kalmış çizimler, araştırmalarına dair kalın defterler, parşömen ruloları vardı. Laboratuvarındaki cam şişeler, madde deneyleri için hazırladığı küçük metal tüpler… Hepsi burada kalamazdı. Ellerini hızla uzatarak notlarını, çizimlerini ve gerekli tüm eşyalarını toparlamaya başladı. Sayfaları titizlikle bir araya getirdi, düzenledi ve büyük ahşap sandıklara yerleştirdi. Her birini halatla birbirine sıkıca bağladı.
Çalışmaları onun her şeyiydi. Bilgisi olmadan, araştırmaları olmadan Sanor Kalesi'nde ne yapacaktı? Sadece bir sürgün mahkûmu olmak istemiyordu.
Dışarıdan gelen sesler, hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğunu gösteriyordu. Saray avlusunda, at arabaları ve birkaç muhafızın sesleri duyuluyordu. Zamanı daralıyordu.
Ehter, elleriyle sandıklarını sıkıca kavradı ve onları odadan çıkarmak için çekmeye başladı. Ahşap kasalar ağırdı, içlerinde yılların emeği, bilgisi, geleceği vardı. Ama onları bırakmak gibi bir seçenek yoktu. Sarayın uzun taş koridorlarında, güçlükle sürükleyerek ilerlerken, yol boyunca karşısına çıkan bazı hizmetkârlar ve askerler bu zorlanışına bakıp kıkırdadılar.
"Bakın şuna, kendini yük hayvanı sanıyor!"
"Önce patlamalar yapar, sonra sandıklarını bile taşıyamaz!"
Ehter onları duymazdan geldi. Kendi içindeki savaşı yeterince büyüktü, bir de onların alaylarına kulak vermeyecekti. Ama gülüşmeler arasında en tanıdık olan ses, avlunun taş zemininde yankılandı.
"Yardım etmemi ister misin, kardeşim?"
Ehter, başını kaldırdığında Zandar'ı gördü. Sarayın geniş avlusunda, ihtişamlı sütunların arasında dikilmiş, alaycı bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Ellerini arkada kavuşturmuştu, rahat ve kaygısızdı. Sanki bir eğlence izliyormuş gibi bakıyordu. Gözlerinde küçümseyici bir parıltı vardı.
Ehter, gözlerini Zandar'dan kaçırmadan, zorlanarak sandığını çekmeye devam etti. Tek bir kelime bile etmedi. Ona yardım teklif eden biri gibi görünse de, sesinin tonu ve yüzündeki ifadeyle bunun yalnızca bir aşağılama olduğu belliydi.
"Pekâlâ, sanırım yardıma ihtiyacın yok," dedi Zandar, hafifçe omuz silkerek. "Sanor Kalesi'nde bol bol vaktin olacak. Belki biraz daha güçlenirsin, kim bilir?"
Kraliçe Celenia, avlunun taş basamaklarının yukarısında, oğlu Zandar'ın hemen ilerisinde duruyordu. Olayları kayıtsız bir yüz ifadesiyle izliyordu. Ehter'in çabasına, düşüşüne, sürgüne gidişine dair tek bir duygu kırıntısı bile sergilemiyordu. Bakışlarında ne bir acıma ne de bir merhamet vardı. Sadece iş bitmiş birinin karşısında zafer kazanmış birinin ifadesi.
Ehter, son sandığını da çekiştirerek arabanın arkasına yüklediğinde, kısa bir süre durdu ve nefesini düzenlemeye çalıştı. Vücudu yorgunluk içindeydi, ama ruhu daha da ağır hissediyordu.
Arabanın kapısına ilerlerken, son bir kez saraya baktı.
Doğduğu, büyüdüğü, zamanını harcadığı, her şeyini verdiği yer…
Şimdi bir mahkûm gibi oradan sürülüyordu.