Chapter 68: 6
Sarayın büyük taş yapısı, güneşin batışına doğru gölgeler içinde kalıyordu. Yıllar boyunca burada inşa ettiği her şey, öğrendiği bilgiler, sessizce geçen saatler… Hepsi artık geride kalıyordu. Ama en çok da boşluk hissediyordu.
Ne yaşadığı yere aitti, ne de ona ait bir yer vardı.
Bu yolculuk, hayal kırıklığı ile yeni bir umut arasında gidip gelen bir kaderin başlangıcıydı.
Arabaya bindiğinde, muhafızlar kapıyı kapattılar ve arabayı çeken atlar harekete geçti. Taş yolların üzerinden geçerken tekerleklerin sesi yankılanıyordu. Ehter, hala geriye, saraya bakıyordu. Ama artık oraya ait değildi.
Araba hızlandıkça, saray yavaşça uzaklaştı. Ve Ehter, artık yeni kaderine doğru yola çıkmıştı.
Araba taş yollarda ağır ağır ilerlerken, Ehter başını geriye yaslayarak derin bir nefes aldı. İçindeki karışıklık, hislerini tanımlayamayacak kadar yoğundu. Saraydan uzaklaşırken artık bir dönüş yolunun olmadığını bilmek, içinde tarif edilemez bir ağırlık bırakıyordu. Ama en azından yanına aldığı çalışmalarının varlığı, ona bir nebze olsun teselli veriyordu. Notları, çizimleri, deneyleri—hayatının büyük bir kısmı o sandıkların içindeydi. Eğer gerçekten bir sürgün hayatı yaşayacaksa, en azından zihnini canlı tutacak bir şeyler elinde olmalıydı.
Ama bu huzur bile, aklında dönüp duran düşünceler arasında kayboluyordu. Yol uzayıp giderken, gözleri dışarıdaki manzaraya odaklanmak yerine, zihni geçmişine doğru sürükleniyordu. Vector.
Vector, onun en yakın dostuydu. Belki de sarayda onun odasına girebilen, onun dünyasına gerçekten adım atabilen tek kişiydi. Ama bugün… Onu görmemişti. Konseyde de yoktu. Hatta, ortalıkta bile görememişti.
Nerede olabilir?
Belki de olanları duyduğunda çoktan saraydan ayrılmıştı. Belki de Kraliçe Celenia, onun da bu işin içine girmesinden çekinmişti. Ama ya bunların hiçbiri değilse? Ya gerçekten ortadan kaybolmuşsa?
Bu düşünce, içindeki şüpheyi daha da derinleştirdi. Vector, en kritik anlarda bile bir şekilde ortaya çıkardı. Ama şimdi, Ehter'in en çok ihtiyaç duyduğu anda yoktu.
Bir süre gözlerini kapatıp nefes aldı. Bu düşüncelerin onu fazla tüketmesine izin vermemeliydi. Ama zihnini susturmak da mümkün değildi.
Sonra Sanor Kalesi aklına geldi.
Gerçekten orada neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Kaleyi adını duymuştu, ancak hakkında bildikleri oldukça kısıtlıydı. Orası tamamen terk edilmiş bir yer miydi? Yoksa gizlice kullanılan bir zindan kalesi mi? Krallığın dış sınırlarına bu kadar yakın bir yere neden sürgün ediliyordu? Bu, yalnızca bir sürgün müydü, yoksa dolaylı bir idam kararı mıydı?
Bunu bilmek imkânsızdı.
Belki de orada tamamen yalnız kalacaktı. Belki de kendisi gibi gözden düşmüş, saraydan atılmış başka insanlar da vardı. Ama eğer yalnız olacaksa, hayatta kalmasını sağlayacak tek şey yanına aldığı çalışmaları olacaktı.
Kafasını yavaşça yana çevirerek at arabasının içindeki tahta sandıklarına baktı. Orada, her biri özenle saklanmış bilgileri taşıyan onlarca defter, çizim ve deney şişeleri vardı. Kraliçe ona her şeyini kaybettirmeye çalışmıştı, ama bilgilerini alamamıştı.
Sonra, yine Kraliçe'yi düşündü.
Celenia'nın bu kadar öfkesinin sebebi neydi?
Hayatı boyunca taht için bir tehdit oluşturmamıştı. Sarayın entrikalarına karışmamıştı. Dövüş sanatlarıyla ilgilenmemiş, güç oyunlarının içinde yer almamıştı. Tek yaptığı şey, kendi dünyasında çalışmak ve öğrenmekti.
Ama neden?
Neden Kraliçe onun üzerine bu kadar sert gelmişti? Bunu neden yaptı?
Ehter, Kraliçe'nin kendisine duyduğu nefreti hep hissetmişti, ama hiçbir zaman nedenini tam olarak anlayamamıştı. Bazen düşündüğünde, belki de Celenia'nın onu yalnızca bir utanç kaynağı olarak gördüğünü sanıyordu. Ehter'in varlığı, Kraliçe'nin kurduğu düzenin dışında kalıyordu. O, Kraliçe'nin kendi çocuklarından biri değildi. Onun hanedanı içinde bir lekeden başka bir şey değildi.
Ama bu kadar sert bir tepkiyi hak edecek ne yapmıştı?
Gözleri yavaşça kapanırken, zihni tekrar babasına gitti.
Minho.
Kral Minho'nun ne düşündüğünü bilemiyordu. O anda, Ehter'in suçsuz olduğuna inanmış mıydı? Yoksa onu gerçekten bir suçlu olarak mı görmüştü? Konseyin önünde bir an için göz göze geldiklerinde, Minho'nun içinde bir tereddüt hissettiğini görmüştü. Ama bu bile yeterli olmamıştı. Minho, onu korumamıştı.
Babasının yüzünde, hayal kırıklığına dair bir iz görmüştü. Ama hayal kırıklığı kimeydi? Ehter'e mi? Kendisine mi? Yoksa Kraliçe'ye mi?
Bunu bilmek imkânsızdı.
Babasının onun için ne hissettiğini gerçekten hiçbir zaman bilememişti. Küçüklüğünden beri, Minho ona ne sıcak ne de soğuk davranmıştı. Sarayda, onun varlığı bazen kabul görmüş bazen ise tamamen görmezden gelinmişti. Ehter hiçbir zaman neyin içinde olduğunu anlayamamıştı.
Şimdi bile, sürgüne gönderilirken babasının ne düşündüğünü kestiremiyordu.
Bu yolculuk, yalnızca saraydan bir uzaklaşma değil, aynı zamanda hayatının her şeyini sorguladığı bir sürecin başlangıcıydı.
Gözlerini arabanın içindeki sandıklara tekrar çevirdi.
Kraliçe ona her şeyini kaybettirmeye çalışmıştı ama onu tamamen yok edememişti.
Ehter hayatta kalacaktı.
Ve eğer bir gün geri dönerse, artık sadece bir sürgün mahkûmu olmayacaktı.
Ehter, gözlerini açtığında, bir an nerede olduğunu bile anlayamadı. Vücudu yolculuğun yorgunluğunu hâlâ hissediyordu. Uykuya ne zaman daldığını, ne kadar süre uyuduğunu bilmiyordu. Son hatırladığı şey, gecenin karanlığında sarsılarak ilerleyen arabanın içindeki ağırlık hissiydi.
Ama şimdi, bir dürtülmeyle uyandırılmıştı. Ağır bir zırhın içindeki sert bir el, omzuna hafifçe dokundu. Gözlerini kırpıştırarak başını kaldırdığında, karşısında Conrack'ın meşhur aslan armalı zırhını taşıyan bir muhafızı gördü. Muhafızın ifadesi sert değildi, hatta içinde bir yumuşaklık vardı, sanki onu bir suçlu olarak değil de, sadece bir görev gereği buraya bırakması gereken bir yolcu olarak görüyordu.
Ehter hızla doğrulup arabadan indi. Toprak zemine ayak bastığında, etrafına bakındı. Karşısında yükselen yapı, Sanor Kalesi idi.
Kaleyi görünce, bir anlığına duraksadı. Gerçekten de terk edilmiş gibi duruyordu. Belli ki yıllardır kullanılmayan bu yapı, zamanın ve doğanın etkisiyle yıpranmıştı. Surların bazı bölümleri yıkılmış, taş duvarlar yosunlarla kaplanmıştı. Görkemli bir kale değil, zamana yenik düşmüş bir harabe gibiydi.
Burası gerçekten bir sürgün yeriydi.
Hannol Nehri'nin kıyısına bakan geniş bir yamaca kurulmuştu. Suya yakınlığı kaleyi savunma açısından stratejik bir noktaya koysa da, bu halini gördüğünde buranın artık askeri bir önem taşımadığı açıktı.
En son akşamüstü uyumuştu ama şimdi güneş çok daha tepede görünüyordu. Öğleden sonra olmalıydı. Ne kadar uzun bir yolculuk yaptığını şimdi daha iyi kavradı. Saraydan gerçekten çok uzaklardaydı.
Muhafızlar, bu kez sandıklarını taşımak konusunda önce davrandılar. Onları tek tek arabadan indirerek kale kapısına doğru sürüklediler. Ehter bir an duraksadı. Yolculuk boyunca, sarayda aşağılandığı ve sandıklarını kendisinin taşıdığı anı hatırladı. Ama şimdi, muhafızlar ona bir suçlu gibi davranmıyordu. Sanki sadece görevlerini yerine getiriyor gibiydiler.
Bu, bir tür lütuf muydu?
Ehter ne olduğunu anlamaya çalışırken, gözleri kaleye doğru ilerleyen muhafızları takip etti. Etrafta kimse yok gibiydi. Kalenin harabe kapısına vardığında, sandıkların çoktan içeri taşınmış olduğunu fark etti. Ama… burası gerçekten boş muydu?
İçeri adım attığında, gözleri önündeki manzarayla büyüdü. Şaşkına dönmüştü.
Salonun ortasında 50'ye yakın insan duruyordu.
Hizmetkârlar, muhafızlar, kadınlar ve adamlar. Hepsi birden, Ehter içeri girer girmez, diz çökmeye başladı. Kapılar kapanır kapanmaz, hepsi birden reverans yaparak başlarını eğdi.
Ve aynı anda tek bir kelime yankılandı:
"Efendimiz."
Ehter'in zihni bir an için dondu. Bu da neydi?
Tüm yolculuk boyunca sürgün edilmeye mahkûm bir mahkûm olduğunu düşünmüştü. Ama şimdi karşısında eğilen bu insanlar neydi?
Gözlerini kalabalığın içinde gezdirdi. Bazıları eski kraliyet hizmetkârlarına benziyordu, bazıları daha kaba saba görünümlüydü. Aralarında eğitimli muhafızlar da vardı. Ama en önemlisi, hiçbiri şaşkın ya da tedirgin görünmüyordu.
Sanki onu bekliyorlarmış gibi.
Ehter, boğazında bir düğüm hissederek içten içe düşündü. Bu ne anlama geliyordu? Burası bir zindan mıydı? Yoksa bir tür sürgün kolonisi mi?
Ve neden ona "Efendimiz" diye hitap etmişlerdi?
Bir süre kimse konuşmadı. Kalabalık, Ehter'in tepkisini bekliyor gibiydi. O, ne yapacağını bilemiyordu.
Kafasının içinde sorular yankılanıyordu.
Beni neden bekliyorlar?
Bunlar kim?
Kraliçe bana ne yaptığını düşünüyor?
Babamın bundan haberi var mı?
Zihni yavaşça bir sonuca varmaya çalışıyordu. Burası yalnızca bir sürgün noktası değil. Burası, unutulmuş insanların toplandığı bir yer olabilirdi.
Ama en önemli soru hâlâ cevapsızdı:
Buradaki insanlar ona neden "efendimiz" diyordu?
Kalabalığın önünden biri yavaşça ayağa kalktı. Uzun boylu, hafif grileşmiş saçları olan, yüzü yılların yorgunluğunu taşıyan bir adamdı. Üzerinde eski ama özenle korunmuş bir muhafız zırhı vardı.
Adım adım yaklaştı, Ehter'in tam önüne geldi ve ona doğrudan baktı.
Sonra, diz çökerek başını tekrar eğdi.
"Sizi bekliyorduk, Prens Ehter."
Ehter'in nefesi kesildi.
Bu kalede onu bekleyen insanlar vardı. Ama kimlerdi? Neden buradaydılar? Ve onu neden prens olarak selamlıyorlardı?
Hiçbir şey, onun düşündüğü gibi değildi.
Burası, yalnızca bir sürgün değil... Bir şeylerin başlangıcıydı.
Ehter hâlâ şaşkınlık içinde duruyordu. Karşısındaki adam, ağır ama net bir sesle konuşmaya başladı.
"Bizler, Conrack Krallığı'nın farklı noktalarından buraya Esa'nın emriyle geldik."
Esa…
Ehter'in zihni bir an için geriye döndü. Esa, babasının en iyi adamlarından biri sayılırdı. Krallığın güvenliğinden sorumluydu ve konseyde önemli bir yeri vardı. Ancak Ehter, konseyde kendi hakkında verilen karar sırasında Esa'yı görememişti. Bu nasıl mümkün olabilirdi?
O an fark etti ki, babasının en güvenilir adamı olarak bilinen birinin, tam da Ehter'in sürgün kararının alındığı toplantıda ortalıkta olmaması rastlantı olamazdı.
Konuşan adamın sesi düşüncelerinden sıyrılmasına neden oldu.
"Bizler," diye devam etti, etrafındaki diğer insanları işaret ederek, "sizin emrinizdeyiz, Prens Ehter. Gizlilik içinde buraya gönderildik ve bir şeyden haberimiz yok. Tek bildiğimiz, size bağlı olmamız gerektiği."
Ehter, neden? diye düşündü.
Önünde diz çökmüş ve bağlılık bildiren bu insanlara minnettarlık mı duymalıydı? Şaşkınlık mı yaşamalıydı? Yoksa şüpheyle mi yaklaşmalıydı?
Kraliçe'nin ona yaptığı onca şeyden sonra, onun adı bile halkın arasında neredeyse unutulmuşken, nasıl olur da bir grup insan böyle bir prensin peşinden gelebilirdi?
Üstelik, Ehter kendini hiçbir zaman bir lider olarak görmemişti. Sarayın politikalarına karışmamış, taht oyunlarından uzak durmuştu. Uçuk kaçık fikirleri, bilimle olan saplantısı onu hep dışlamıştı. Basit halkın bile onu tanıyıp tanımadığından şüpheliydi.
Ama şimdi, burada, önünde diz çökmüş insanlar ona bağlılıklarını sunuyordu.
Ehter derin bir nefes aldı. İçindeki karmaşa daha da büyüyordu.
Konuşan adam, "Size sadakatimiz vardır, Prens Ehter." diye devam ettiğinde, etraftaki diğerleri de başlarını öne eğip tekrar saygılarını sundular.
Bu bir şaka mıydı?
Ehter, içinde biriken sorularla bakışlarını odanın içinde gezdirdi.
Sanor Kalesi… Onun bir mezar olmasını bekliyordu. Yalnız kalmayı. Belki de unutulmayı.
Ama burada… Bu insanlar onu bekliyorlardı.
Bacaklarında bir ağırlık hissetti. Düşüncelerini toparlamakta zorlanıyordu. Sırtındaki yük, içindeki sorularla daha da ağırlaşıyordu.
En sonunda, sessizce ilerleyerek sandıklardan birinin üzerine oturdu. Elleri dizlerine düştü, başını biraz eğdi ve derin bir nefes aldı.
Etrafına bakındı.
Burası onun sürgünü müydü?
Yoksa, bir başlangıç mı?