ZEVK SARAYI

Chapter 70: 8



Ehter, Sanor Kalesi'nde düzenlemeler yapmaya devam ettikçe yavaş yavaş buradaki hayata alışıyordu. Kitaplardan öğrendiği bilgiler, daha önce yaptığı deneyler ve gözlemleri, şimdi gerçek hayatta bir şeyleri yoluna koymak için oldukça işe yarıyordu. Bir zamanlar yalnızca teorik bilgi olarak bildiği şeyleri şimdi uygulama fırsatı bulmuştu.

Zaman içinde, kalede yaşayan insanlarla olan iletişimi de güçlenmeye başlamıştı. Başta liderlik konusunda nasıl hareket edeceğini bilmese de, yavaş yavaş bir yönetici gibi düşünmeye alışıyordu. Hannle ve Gadle, kalede ona en yakın duran iki kişi hâline gelmişti.

Bir gün, öğle vakti Ehter, Hannol Nehri'ne doğru bakarken uzun vadeli sorunları düşünüyordu. Yiyecek stoğu, su kaynakları, barınma ve ticaret…

Buraya gelen insanlarla bir düzen kurmuşlardı, ancak kalıcı olarak yaşayabilmek için uzun vadeli çözümler bulmaları gerekiyordu.

Tam o sırada Hannle, sessizce yanına yaklaşıp durdu. Ehter, onun varlığını fark ettiğinde, başını hafifçe yana çevirerek konuşmaya başladı.

"Hannle, adını nasıl aldın?"

Hannle, bir an duraksadı. Soru beklemediği bir şeydi. Düşünceli bir ifadeyle uzaklara baktı ve kısa bir süre sustuktan sonra konuşmaya başladı.

"Babam ile annem, o dönemde balıkçılık yapıyordu." dedi ve nehre doğru işaret etti. "Günlerinin çoğunu bu nehirde geçirirlerdi. O günlerden birinde, teknedeyken doğmuşum. Annem suyun yakınlığında doğum yaptığı için, ismim de nehirle özdeş bir isim olarak konmuş. Bana Hannle adını vermişler."

Ehter, kaşlarını hafifçe kaldırarak nehre baktı. "Gerçekten ilginç." dedi, ardından hafifçe gülümseyerek diğer yanında duran Gadle'a döndü.

"Ne diyorsun, yeterince ilginç mi?"

Gadle, hafifçe başını sallayarak alaycı bir gülümsemeyle konuştu. "En azından benimkinden daha ilginç, efendim."

Birkaç saniyeliğine sessizlik oldu, sonra üçü birden hafifçe gülümsedi.

Ehter'in içi biraz daha rahatlamıştı. Bu insanlar ona sadece saygı duyan kişiler değil, aynı zamanda onunla konuşabilen ve onu bir lider olarak kabul eden insanlardı.

Ama şimdi daha büyük bir mesele vardı.

Ehter, nehir boyunca uzanan geniş alana bakarak konuşmaya başladı.

"Kale daha önce kullanıldığı için altyapısı iyi durumda. İhtiyaç kanalları yapılmış, su düzeni var. Ama bizim için asıl önemli mesele, hammaddeler ve yiyecek kaynakları. Eğer burada uzun süre kalacaksak, bunları güvence altına almamız gerekiyor."

Hannle, Ehter'in yanında durarak nehri işaret etti.

"Yiyeceğimiz burada." dedi basit bir ifadeyle.

Ehter, bir süre nehre baktı. Balıkçılık gerçekten de bir çözüm olabilirdi, ama bunun sürdürülebilir bir plan olması gerekiyordu.

"Peki tekneler nerede?" diye sordu.

Hannle, duraksadı. Kale uzun süredir terk edilmiş olduğu için tekneler çürümüş veya kaybolmuş olabilirdi.

"Eskiden burada tekneler vardı, ama yıllardır kullanılmadılar. Belki birkaç tane tamir edilebilir ya da yenisini yapmak zorunda kalabiliriz."

Ehter, başını salladı ama yine de bir şeyler eksik hissediyordu. Sadece nehirden balık avlamak yetmezdi. Dışarıyla da bir bağlantıları olmalıydı.

Bir an için düşündü, sonra sordu.

"Bu civarda takas yapabileceğimiz, ödünç alabileceğimiz ya da bir şekilde etkileşime geçebileceğimiz bir köy var mı?"

Hannle, Ehter'in sorusuna hemen yanıt verdi. "Evet, var." dedi, kaşlarını hafifçe kaldırarak. "Ama bize nasıl yaklaşırlar, bilemiyorum. Buradan birkaç saat uzaklıkta küçük bir yerleşim var. Krallığa doğrudan bağlı değiller, ama ticaret yapabilecekleri insanlara karşı açıktırlar."

Ehter, kısa bir süre düşündü. Buraya sürülmüş olabilirdi ama hayatta kalmak için diplomasi yapmasını engelleyen bir şey yoktu.

"Denememiz gerekiyor." dedi, keskin bir ifadeyle.

Kararını vermişti.

Kalede oturup beklemek yerine, gidip köyle iletişim kuracaklardı. Eğer bir ticaret yolu açabilirlerse, buradaki insanların uzun vadeli yaşamlarını güvence altına alabilirlerdi.

"Ben kendim gideceğim." dedi ve Hannle'a döndü. "Yanıma üç kişi alacağım. Sen de benimle geleceksin."

Hannle, bir an duraksadı, ardından başını eğerek "Emredersiniz." dedi.

Gadle da hafifçe iç çekerek "Bu biraz tehlikeli olabilir, efendim." dedi.

Ehter, Gadle'a kısa bir bakış attı ve alaycı bir ifadeyle "Senin için değil mi?" diye sordu.

Gadle, gülerek omuz silkti. "Ne zaman korkmuşum ki?"

Ehter, hafifçe başını sallayarak üç kişiyi daha seçti ve hazırlıklara başladı. Bugün, sürgün edilmiş bir prens olarak değil, kendi kaderini çizen biri olarak ilk adımını atacaktı.

Hazırlıklar için kolları sıvadıklarında, ortada bir at arabası göremediklerini fark ettiler. Ehter kaşlarını çatarak etrafa göz gezdirdi, sonra Hannle'a dönüp sordu:

"Yürüyerek mi gideceğiz?"

Hannle hafifçe gülerek başını iki yana salladı. "Pek tavsiye etmem, efendim." dedi. "Ama merak etmeyin, benimle gelin lütfen."

Ehter, Hannle'ın peşine düşerken Gadle ve diğer iki kişi de sessizce onları takip etti. Kalenin avlusundan geçip yıkık duvarların etrafından döndüler. Kaleyi yarım tur dolaştıktan sonra, duvarların ardında yer alan müştemilat benzeri bir yapıya ulaştılar.

Burası, kaleye bağlıydı ancak ana binadan ayrı bir girişe sahipti. Taş duvarları kısmen harap olmuş olsa da, içinde hâlâ bir düzen olduğu belliydi. Kapıdan içeri girdiklerinde, Ehter'in gözleri bir an için açıldı.

İçeride iki at ve birkaç at arabası vardı.

Hafifçe başını yana eğerek şaşkınlıkla sordu:

"Bunlar da ne?"

Tam o sırada, gölgelerin arasından bir adam belirdi ve hemen önlerinde durarak hafifçe başını eğdi.

"Efendim." dedi saygılı bir tonla. "Ben Ganor Hambor, at bakıcısıyım. Esa'nın emriyle buraya getirildim. Bana burada kalmamı ve atlara bakmamı söyledi."

Ehter, gözlerini hafifçe kıstı ve yanındaki Hannle'a döndü.

"Ve senin bundan haberin vardı?"

Hannle hafifçe omuz silkti ve sırıtarak cevap verdi:

"Efendim, artık sizin de haberiniz var."

Ehter, içinden Esa için birkaç gülünç yorum sıraladı. Babasının güvenlik danışmanı, her zamanki gibi bilgiyi gerektiğinde veren, ama hiçbir şeyi tamamen açığa çıkarmayan bir adamdı. Bu tuhaf oyunuyla, Ehter'in sürgüne gönderilmesine rağmen tamamen yalnız kalmadığını garanti altına almış oluyordu.

"Güzel." dedi Ehter hafifçe gülümseyerek. "O halde köye olan yolu biliyorsun sanırım?"

Hannle başını salladı. "Evet, efendim. Pademia Köyü, buradan birkaç saatlik mesafede. Oraya varmamız uzun sürmeyecek."

Ehter, artık yolculuğun başlayabileceğini hissetti. Bir an için kaleye göz gezdirdi, buraya dönüşlerini garantiye almak istiyordu. Kumların üzerinde bırakacakları izler, konumlarını açığa çıkarabilirdi.

Bu yüzden birkaç kişiye kaleye dönen yol üzerindeki izleri temizlemelerini emretti. Arkalarında belli belirsiz bir yol izi bırakmak, düşmanlarını ya da istenmeyen gözleri üzerlerine çekmek istemezdi.

Ganor atları hazırlarken, Ehter ve ekibi son kontrollerini yaptı. Yola çıkmadan önce, üzerlerinde silahları ve erzakları olduğundan emin oldular.

Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, at arabasına bindiler ve yolculuk başladı.

Kale kapısının ağır taşlarından geçerken, geride kalan birkaç kişi, tekerlek izlerini ve ayak izlerini hızla silmeye başladı. Kumun üzerinde kalan izler, küreklerle karıştırılıp düzleştirildi. Birkaç dakikalık çalışma sonunda, sanki oradan hiç kimse geçmemiş gibi görünüyordu.

Ehter, at arabasının içinde, kaleden uzaklaştıklarını hissettikçe içindeki tuhaf bir özgürlük duygusunu bastırmaya çalışıyordu.

Burası onun sürgün edildiği yerdi, ama şimdi kendi isteğiyle bu sürgün yerinin dışına çıkıyordu. Kendi kararlarını veren biri olarak.

Önünde yeni bir ufuk açılıyordu. Ve Pademia Köyü, bu yolculuğun ilk durağı olacaktı.

At arabası, yumuşak kumlardan ve hafif taşlı yollardan ilerlerken, rüzgâr zaman zaman arabayı sarsıyor, güneş ise gittikçe yükselerek üzerlerine daha güçlü bir sıcaklık yayıyordu. Yol boyunca etraflarındaki manzara sürekli değişiyordu; bir yanda Hannol Nehri'nin mavi suları kıvrıla kıvrıla akarken, diğer yanda geniş düzlükler ve yer yer seyrek ağaçlardan oluşan ormanlar uzanıyordu.

Ehter, arabada rahat bir pozisyon almak için sırtını ahşap kenarlığa yasladı ve gözlerini ileriye dikti. "Hannle, bu köy hakkında biraz daha bilgi ver." dedi, rüzgârın uğultusu arasında sesini biraz daha yükselterek.

Hannle, dizlerini hafifçe oynatıp daha rahat bir pozisyona geçti ve eliyle kuzeydoğu yönünü işaret etti. "Pademia, doğu ve batı krallıklarının toprakları arasında kalan bağımsız bir bölge. Aslında bir tampon bölge gibi düşünülebilir. Güney topraklarının en büyük yerleşimi değil belki ama köyden çok küçük bir kent görünümüne sahip."

Ehter başını salladı, "Bağımsız derken, gerçekten kimseye bağlı değiller mi? Ne Conrack Krallığı'na ne de diğer krallıklara?"

Hannle hafifçe gülümsedi, "Görünüşte bağımsızlar, ama gerçekte bu tam doğru sayılmaz." diye yanıtladı. "Her iki krallık da burayı doğrudan yönetmiyor ama ticaret yolları üzerinde olduğu için her iki tarafın da çıkarları burada kesişiyor. Pademia'nın en büyük gücü de buradan geliyor. Hiçbir krallık buraya tam anlamıyla müdahale edemediği için kendi kurallarını oluşturmuşlar."

Gadle, biraz geride otururken gözlerini kısıp araya girdi. "Yani korsanlar gibi ama daha düzenli?"

Hannle güldü. "Bunu söylersen köyde kimse seni hoş karşılamaz." dedi. "Ama evet, bir tür kendi yasaları var. Nehrin kıvrıldığı alanlarda yerleşim kurdukları için, balıkçılık burada büyük bir geçim kaynağı. Ayrıca kereste ve bazı hammaddeleri de ticaret için kullanıyorlar."

Ehter, derin düşüncelere daldı. Buradaki insanlar büyük krallıkların kontrolü dışında kendi başlarına bir yaşam sürüyorlarsa, bu onları özgür kıldığı kadar dikkatli olmalarını da gerektirirdi.

"Güçlü bir liderleri var mı?" diye sordu, Hannle'a bakarak.

Hannle, başını hafifçe salladı. "Bir konsey tarafından yönetiliyorlar. Pademia'yı tek bir kişi değil, birden fazla kişi yönetiyor. Ticaret yapan, balıkçılıkla uğraşan ve diğer zanaatlarla ilgilenenler bir araya gelerek yönetimi belirliyorlar. Kimsenin diğerinden daha fazla gücü yok gibi görünüyor ama içlerinde en çok sözü geçen kişi genellikle ticaret ağını kontrol eden kişi oluyor."

Ehter bunu not etti. Ticaret bu yerin kalbiydi. O hâlde, buraya nasıl yaklaşacaklarını da iyi hesaplamalıydı.

Rüzgâr biraz daha şiddetlendiğinde, arabayı sarsan hafif bir titreşim hissettiler. Yol boyunca uzanan uzun otlar hafifçe savruluyor, nehir kıyısındaki ağaçlar gövdeleriyle birlikte hafifçe eğilip doğruluyordu.

Ehter başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Burası sarayın duvarları arasında geçen günlerden tamamen farklıydı. Burada doğanın ortasındaydı, her şey canlı ve değişkendi.

Bir süre sessizlik oldu, herkes manzarayı izleyerek ilerledi.

Sonunda ufuk çizgisinde bir şey belirdi. Önlerinde, büyük ve düzenli bir yerleşim alanı görünmeye başladı.

Üçgen şeklinde büyük ahşap kapıları olan, taş duvarlarla çevrili bir kasaba…

Pademia, ilk görüşte bile dikkat çekici bir yerdi.

Ehter, kapılara yaklaştıklarında, buranın tam anlamıyla bir köyden daha fazlası olduğunu hissetti.

Yollar, iyi işlenmiş taşlardan yapılmıştı. Kapıların üzerinde, tahtadan oyulmuş semboller vardı. Bunlar büyük ihtimalle köyün zanaatkarları tarafından yapılmıştı. Sağlam ahşap ve metal bağlantılarla güçlendirilmiş büyük kapılar, buranın küçük bir yerleşim olmadığını gösteriyordu.

Kapının önüne vardıklarında, at arabası yavaşladı ve tamamen durdu.

Ehter gözlerini çevreye gezdirdi. Kapının yanlarında, silah taşıyan iki adam duruyordu. Üzerlerinde belirli bir krallığın sembolü olmasa da, savaşçı oldukları belliydi. Bunlar Pademia'nın kendi muhafızları olmalıydı.

Arabadan ilk olarak Hannle indi, ardından Ehter ve diğerleri. Ehter, pelerinini düzelterek kapının önüne yürüdü. Hâlâ sürgüne gönderilmiş bir prens gibi mi görünüyordu? Yoksa artık burada farklı bir kimliği mi vardı?

Kapıdaki muhafızlardan biri onları dikkatle süzdü ve konuştu.

"Buraya nereden ve hangi amaçla geldiniz?"

Ehter, bir an duraksadı. Bu, kaleden çıktığından beri ilk gerçek diplomatik sınavıydı.

Ardından, sesini net ve kendinden emin bir şekilde ayarlayarak konuştu:

"Bizler Sanor Kalesi'nden geliyoruz. Ticaret yapmak ve bir anlaşma sağlamak için buradayız."

Muhafızlar kısa bir süre duraksadı. Sanor Kalesi uzun süredir kullanılmıyordu. Ehter'in buradan geldiğini söylemesi, bazı şaşkın bakışlara neden oldu.

Diğer muhafız hafifçe başını yana eğerek konuştu. "Sanor Kalesi mi? Orası terk edilmişti. Ne işiniz var orada?"

Ehter, bunun beklediği bir soru olduğunu biliyordu. Hafifçe gülümsedi ve kendi planını uygulamaya karar verdi.

"Evet, uzun süredir öyleydi." dedi. "Ama artık değil."

O anda, kapının önündeki muhafızlar hafifçe birbirlerine baktılar. Ehter'in sözleri, onların gözünde yeni bir düşünce kıvılcımı yakmış gibiydi.

Şimdi, içeri girip Pademia'nın gerçek yüzünü görme vaktiydi.

Muhafızlardan biri, Ehter ve grubuna şüpheli gözlerle baktı. Sanor Kalesi'nin terk edilmiş bir yer olduğunu savunarak, burada kimsenin yaşamadığını söyledi ve onları gitmeye davet etti.

"Sanor Kalesi mi? Orası yıllardır kimsenin uğramadığı bir harabe! O yerden geliyorsanız ya yolunuzu kaybettiniz ya da bizimle dalga geçiyorsunuz."

Ehter, gözlerini adamın üzerine dikti. Bir an için sinirlenip cevap vermek yerine, stratejik düşünmeyi tercih etti. Bir adım ileri atarak, belinin kenarında taşıdığı küçük deri keseden Conrack hanedanının armasını taşıyan metal mührü çıkardı.

Güneş ışığı, mührün üzerine vurduğunda, üzerine işlenmiş aslan sembolü belirginleşti. Ehter, muhafızın görebileceği şekilde mührü tutarak konuştu.

"Ben Prens Ehter Conrack." dedi, sesi net ve otoriterdi. "Ve biz buraya ticaret için geldik."

Sürgün edildiğini söylemedi. Bu topraklarda, geçmişi ne olursa olsun prens olarak anılmak ona avantaj sağlayabilirdi.

Muhafızın yüzündeki alaycı ifade bir anda kayboldu. Gözleri şaşkınlıkla büyüdü ve kısa bir duraksamayla birbirine bakan diğer muhafızlarla sessiz bir şekilde bir şeyler paylaştı.

İçlerinden biri başını sallayarak, "Burada bekleyin." dedi ve hızla kapının iç tarafına yöneldi.

Ehter ve ekibi, bekleyişleri sırasında birbirlerine kısa bir bakış attılar. Bu an, Pademia'nın Sanor Kalesi'ni nasıl gördüğünü anlamak için önemliydi.

Bir süre sonra, içeri giren muhafız geri döndü ve başını hafifçe eğerek, "Girebilirsiniz." dedi.


Tip: You can use left, right, A and D keyboard keys to browse between chapters.